Bir Yumak Hüzün: Gökçeada’nın Köyleri*
Şimdilerde, İmroz’un adı Gökçeada ve İmroz’un eski köyleri bir hüzün yumağı. Gürül gürül söylenen türküler susmuş. Yeşil kurumuş, şarabın tadı kaçmış, gülmek unutulmuş. Çiçekleriyle renk cümbüşü yaratan o güzelim evler can çekişiyor.
“O akşam tek başıma Tepeköy’e çıktım, güneş batışını görmeye. Evet, bir köy ama bizde eşine rastlanmayan bir köy, düzenli, temiz, topaç gibi çocukları pembe beyaz, tavukları besili. Kolunda bir mandolinle delikanlı, yanındaki kızla şakalaşa şakalaşa tırmanıyor yokuşu. Kadınlar oturmuş nakış işliyorlar, örgü örüyorlar, şarkı söylüyorlardı. Rumca da Türkçe de ne güzel türkü okuyordu bu kadınlar… İmroz mutlu bir ada, ilkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular Adası”.
“Mavi yolcu”lardan Azra Erhat, İmroz’u böyle anlatıyor. Çok eskilerde değil, 1962’de, 28 yıl önce. Tarih ve Toplum dergisi ile FEST Seyahat Acentesi’nin birlikte düzenlediği “kültür gezileri”nden biriyle bu “Mutlular Adası”nı keşfe gidiyoruz.
Bizi adaya taşıyan feribottaki yolcu sayısı henüz mevsim normallerine ulaşmamış. Güvertede kendimizi Çanakkale Boğazı’nın dinlendirici esintisine bırakıyoruz. Önce tüm görkemiyle Kilitbahir, ardından Meçhul Asker ve Helles anıtları bizi gerilere çekiyor. Troya Savaşı yeterince öğretici olmamış ki yıllar sonra Troas’ın bir başka bölgesinde Anzaklar, Gurkalar, Fransızlar, İngilizler doğdukları yerlerden binlerce kilometre uzakta can vermiş, yurtlarını savunanlar ile birlikte.
Gökçeada yavaş yavaş beliriyor uzaktan. Homeros’un dediği gibi “kayalık” bir ada bu. İlk görenler büyüklüğü karşısında şaşkın. Kefaloz Koyu’nu açıktan geçerken muhabbetimiz koydaki batık gemiler, bir de Homeros’a göre Tenedos (Bozcaada) ile İmbros (Gökçeada) arasında bulunan Poseidon’un denizdibi sarayı üzerine yoğunlaşıyor.
Adanın kuzeybatısındaki Kuzu Limanı’na yanaşıyoruz. Artık İmrozlu ressam Dimo Karamanol’un “Gemiye Çıkış” tablosuna konu olan korkunç maceralar yaşanmıyor. Yıllar önce adaya kışın iki haftada bir, yazın haftada bir gelen yolcu gemisi Kaleköy açıklarında demir atar ve yolcuların kara ile ulaşımı ufak sandallarla sağlanırmış.
İmroz’un oldukça eskilere giden bir tarihi var. Ada büyük “Ege Göçleri”nden önce Pelasglar olarak adlandırılan ve bugün dilleri hâlâ çözülememiş bir halk tarafından yurt edinilir. “İmroz” kelimesinin kökeni ve bir bereket tanrıçasının adından geldiği sanılan “İmbros”, Helence bir ad değil. İmrozlular Troya Savaşı sırasında diğer Anadolu kentleri gibi Troyların safında yer alır. Homeros’a bakılırsa Akhilleus, Priamos’un oğlunu esir alıp adalarda satmaya kalkınca, İmroz Kralı onu satın alıp babasına geri gönderir.
Ada kısa bir süre için Perslerin istilasına uğrar. MÖ 5OO’de Miltiades, adayı Atina’ya bağlayıp koloni haline getirir. Ada sonraları Bergama, Roma, Bizans imparatorluklarının parçası olur. 1456’da Osmanlılara geçer. Haçlı seferleri sırasında bir süre Haçlıların elinde kalır. Venedikliler, Cenevizliler, Roger du Flor komutasındaki Katalanlar, adada konuk olur. Gökçeada I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerce üs olarak kullanılır. 1922-23’te Yunanlılarca işgal edilir, Lozan Antlaşması sonucunda 22 Eylül 1923’te Türkiye’ye geri verilir.
Çeşitli yazıtlara ve kazı gerektiren kalıntılara bakılırsa, İmroz’da Hermes ve Dionizos tapınakları varmış. Zeytinlikköy’de köy meydanından Yakovas’ın Evi’ne giden dar yolda, sağdaki bir ev duvarı üzerindeki kabartma oldukça ilginç. Bir Dionizos cümbüşünün resmedildiği bu kabartmada, bir Bakkha ile bir pan yer almakta. Şarap diyarı İmroz’da “Şarap Tanrısı” Dionizos- Bakhus kültü ile zeybekler arasındaki ilişkiyi tartışan Halikarnas Balıkçısı bu kabartmayı gördüyse herhalde çok heyecanlanmıştır.
Adadaki ilk uğrağımız Zeytinlikköy. Zeytin ağaçları arasında kıvrılarak giden yoldan köye ulaşıyoruz. Ürkütücü bir sessizlik içinde dar sokaktan, üç yanı kahvelerle çevrilmiş köy meydanına varıyoruz. Bayan Mariya’nın ünlü dibek kahvesini tatmak üzere çardaklı kahveye oturuyoruz. Rum kahvelerinde kahve içiliyor hala. Çayın sözü bile edilmiyor. Kahvenin bir köşesinde “Okuma Köşesi” yazısı asılı. Karşı kahvenin bir köşesinde ise berber masası yer alıyor.
Kahve önlerine atılmış tahta iskemlelerde oturan üç beş yaşlı Rum, Attila İlhan’dan Timur Selçuk’un seslendirdiği “İhtiyarlar Baladı”nı anımsatıyor. Gerçekten de “yumuşak bir kederle ufalan bakışları” ne bizim üzerimizde ne de birbirlerinin.
Köyü gezmeye başladığımızda ilk görüntülerle yoğun bir hüzün kaplıyor içimizi. Bir zamanlar 300 haneli olan köyde şimdi evlerin dörtte üçünden fazlası kilitli, çoğu viraneye dönmüş. Köyde 150 dolayında Rum kalmış, hemen hemen hepsi de yaşlı. Gençler gitmiş. İhtiyarların gücü ise adanın yeşilini geri getirmeye yetmiyor.
Adada bir insanlık abidesi gibi kalmayı başaran, çeşitli sıkıntılara rağmen İmroz’u terk edemeyen Dr. Dimitri Fokas’ın kapısını çalıp hatırını soruyoruz. İki oğlu da Yunanistan’da doktor.
Adadaki diğer Rum köylerinde olduğu gibi bazı açıkgöz yurttaşlarımız kimi evlere adlarını yazmış. Ses çıkaran olmazsa zamanla tartışmalı biçimde evlerin sahibi oluyorlar, bazı fırsatçı Rumların vekâletname düzenleriyle.
Gökçeada’da bir Merkez ilçe ve buna bağlı Kaleköy, Bademliköy, Zeytinlikköy, Dereköy gibi eski köyler ile Şahinkaya, Uğurlu, Yeni Bademliköy gibi yeni yerleşim yerleri var. Adanın toplam nüfusu 1985’te 7690. 1893 sayımına göre ise İmroz’da 99 Müslüman ve 9357 Hıristiyan Ortodoks yaşıyormuş.
1964 Özel Okullar Yasası ile azınlık okullarına getirilen kısıtlamalar, Kıbrıs olayları dış göçü teşvik ediyordu. 1974 Kıbrıs Harekâtı göçü hızlandırıyor. Göç edenler Yunanistan’a, Amerika’ya, Avustralya’ya, hatta Afrika’ya gidiyor. Bazıları yazları evlerini ve yakınlarını görmek için turist olarak geliyor. 1980’den sonra Isparta’dan, Muğla’dan aileler getirilip yerleştiriliyor. Bu arada Karadenizli, Karslı, Siirtli aileler gelip yerleşiyor. Kimi araziler kamulaştırılıyor, ağaçlar kesilip tahıl ekiliyor. Yarıaçık Cezaevi ise adanın bir başka gerçeği.
Gökçeada’nın Kefaloz, Kaleköy ve Pirgos doğal plajları, yazları önemli sayıda turist çekiyor. Ada ciddi bir turizm potansiyeline sahip.
Ertesi gün adanın su gereksinimini karşılayan Baraj Gölü yanından geçerek Tepeköy’e varıyoruz. Çok daha ürkütücü bir sessizlik. Üç gence rastlıyoruz. Hepsi de bu kadarmış galiba. Bu gençlerden eski muhtar Ariste ile konuşuyoruz. O da gidici.
Köyün tarihi ikonaları ile ünlü Evangelist Kilisesi’ni görmek istiyoruz. Vakfın bekçisi bir gün önce kaçan keçiyi aramak üzere giderken anahtarı da yanında götürdüğünden içeri giremiyoruz.
Tepeköy’deki okulun 1965’te 189 kadar öğrencisi varmış. Şimdi köyde topu topu 70 dolayında insan yaşıyor, çoğu da yaşlı. İnce uzun taş binalardan oluşan ve oldukça değişik bir mimariyi sergileyen evlerin büyük çoğunluğu yine kilitli, camları kırık, duvarlar çökmek üzere. Artık Azra Erhat’ın 1962’deki Tepeköy’ü, “Mutlular Adası” çok gerilerde kalıyor. Kahve geleneği burada da her şeye rağmen sürüyor. Dışarıdan bakkal dükkânı olduğu hiç belli olmayan Aleko’nun dükkânında tatlı şarap kadar antika aynalar ve avizeyle de ilgileniyoruz.
Aramızdan bir grup Eski Bademliköy’e yürüyor, daha doğrusu tırmanıyor. Bademliköy iki tane, eski ve yeni. Eskisi adaya tepeden bakan bir Rum köyü. Denizden gün batımı manzarası doyumsuz. Bu nedenle de köylüler eski Bademli’ye “Adanın Balkonu” diyorlar. Yeni Bademliköy ise ovada iskâncılar için yapılan tek-tip evlerden oluşuyor.
Eski Bademliköy’ün de sokakları bomboş. Köy meydanındaki Rum muhtar gelenleri Bay Zafiris’in evine götürüyor. Köyün en usta şarap üreticileri Bay Vangelis ile Bay Zafiris. Konukları avluda Zafiris’in yaşlı karısı Bayan Zaharula karşılıyor. Büyüleyici bir avluda, bin bir renkli çiçekler arasındaki masanın başından kalkıyor, büyük bir sevinçle. Evini, adayı çok seviyor. Ancak oldukça yorgun. İkram ettiği nefis ev şarabı dostlukları vurguluyor yine. Birlikte eski bir Önasya türküsü tutturuluyor: “To Yelekaki pu Foris”. Bu çok yaşlı, çok güzel kadının gözleri ışıl ışıl birlikte türkü söylenirken. Dido Sotiriyu’nun kitabındaki son cümle giriyor yine araya: “Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin!”
“Neden siz de gitmiyorsunuz?” diye soruyoruz yaşlılara. “Neden gideyim” diyor biri, “Burada doğdum, burada öleceğim. Bu topraklar için 3 yıl askerlik yaptım, şarabını tattım.”
Sonra gözler dalıp gidiyor, anılara, Aya Triya Yortusu panayırındaki sirtakilere, Maria ile el ele tutuşup koştukları, İspilya’ya Aksiyotis Amca’nın İstanbul’dan getirdiği köstekli saate, Manolis’in o keyifli şarap sofralarına, türkü ile uyanıp türkü ile sürdürülen günlere…
İmroz’un eski köyleri bir hüzün yumağı. Gürül gürül söylenen türküler susmuş, yeşil kurumuş, şarabın tadı kaçmış, gülme unutulmuş. Çiçekleri ile renk cümbüşü yaratan o güzelim evler, can çekişiyor. Adanın eski Müslüman sakinleri ile birlikte oluşturulan ortak kültür yok oluyor. Ege’deki bir dostluk adası kimliğini yitiriyor. Yine de yapılabilecek çok şey var.
*“Bir Yumak Hüzün: Gökçeada’nın Köyleri”, Cumhuriyet Dergi, 1 Temmuz 1990.