DARÜSSELAM’DAN CAPE TOWN’A TREN İLE GEZİ*
Demiryolları dünyamızı değiştiren en önemli araçlardan. Bugün internet nasıl yeni ufuklar sağlıyorsa, demiryolları da 19. yüzyılda benzeri sonuçlar üretti. Demiryollarının yaklaşık 200 yıllık tarihini konuşuyoruz. 50 km’lik çift yönlü yük ve insan taşıyacak ilk uzun demiryolu olan Liverpool-Manchester demiryolunun 1830 yılındaki açılışı insanlara bambaşka bir geleceği müjdeliyordu. Demiryolu köyleri birleştirdi, köyleri kasaba, kasabaları kent yaptı. Yeni kentler yarattı.
Tabii ki zaman zaman olumsuz sonuçlara da çanak tuttu. Demiryolları dünyayı küçültmeye başlayınca gezi kültüründe de akıl almaz olanaklar yarattı. Bir Trans-Sibirya Ekspresi efsaneleşti. Edebiyatta, müzikte, sinemada… tren yolculukları istek yaratan kalıcı izler bıraktı. Edebiyatta tren imgesi öne çıktı. İçinden tren geçen filmler ünlendi.
Temmuz ayının ikinci yarısında 35 kişilik bir Türk gezgin grubuyla “Afrika’nın Gururu” adlı dünyanın en lüks treniyle Darüsselam-Cape Town arasında 5 ülkeyi; Tanzanya, Zambiya, Zimbabve, Botsvana ve Güney Afrika Cumhuriyeti’ni katettik. Katettik, diyorum, çünkü neredeyse bu beş ülkeyi baştan sona, kuzeyden güneye tren ile geçtik. Afrika’da 14 günde 5.742 km’lik epik bir yolculuk yaptık.
Kullandığımız tren dünyanın en lüks treni. Bir beş yıldızlı otel odası gibi döşenmiş kompartımanları, pulman vagonlarda 7 m2’lik, lüks vagonlarda 11 m2’lik alanlara sahip. İçlerinde ev tarzı alafranga tuvalet, duş, klima (soğuk/sıcak), kasa, minibar, 2 sandalye ve çalışma sehpası bulunuyor. Birçok trende pencereler açılmazken, bu trenin pencereleri dibe kadar açılabiliyor. Sigara içenler için sevindirici olan hem kompartımanlarda sigara içilebilmesi, hem de ufak bir genel sigara içme alanının olması. Trende biri 1924, diğeri 1936 tarihli restore edilmiş iki yemek vagonu, bir oturma salonu, ayrıca trenin sonunda bir de seyir vagonu (observation car) var. Üçte biri tamamen açık olan bu seyir vagonu gerek temiz hava, gerekse fotoğraf çekmek için akıl almaz bir olanak.
Bu trenleri işleten Rovos Rail’in sahibi (işletme adını mal sahibi olan Rohan Vos’un ad ve soyadının ilk 5 harfinden alıyor) 1920’li ve 1930’lu yılların demiryolu havasını, Art-Deco ve Edward dönemlerini günümüze taşımak istemiş. O dönemlerdeki Orient Ekspres yaklaşımını nostaljik bir biçimde aynen sürdürmeye çalışıyor. Menüler ve sunulma biçimleri o günlerden. Tren yolcuları 1920’li yıllarda olduğu gibi akşam yemeklerine erkekse ceket-kravat, kadınsa gece elbisesiyle gelmek zorunda.
Trende televizyon yok. Yolcuların ortak alanlarda dizüstü bilgisayar ve cep telefonu kullanmaları yasak. Minibarlardaki tükendikçe yerine konan içkilerden, bar ve yemeklerdeki meşrubatlara, alkollü içkilere, güzelim Afrika şaraplarına kadar her çeşit sınırsız içki, çay, kahve, pastalı “saat 4 çayları”, her türlü elbise yıkama ve ütüleme fiyatlara dâhil.
14 günlük gezide UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki 3 yer görülüyor: Selous Ulusal Parkı, Gürleyen Duman (Mosi-oa Tunya yani Victoria Şelalesi) ile Batı ve Doğu Kap Bölgesi Flora Alanı. Buna isterseniz Cape Town açıklarındaki Robben Adası’nı 4. yer olarak ekleyebilirsiniz.
Gezimize Darüsselam’dan başlıyoruz. Çinliler tarafından 1976’da bitirilen Tazara demiryolu istasyonuna geldiğimizde bizi bir bando ve kırmızı halı üzerinde şampanya sunan görevliler karşılıyor. Tren müdürünün kısa konuşması ve bir ön tanışmadan sonra görevliler bizleri kompartımanlarımıza götürüyor ve iki hafta süreyle evimiz olacak mekânları görüyoruz. Hemen bavullarımızı boşaltıp yerleşiyoruz. Öğlen yemeğiyle özel seçtiğimiz şarapların eşliğinde “giriş, ana yemek, peynir tabağı, tatlı-meyve”den oluşan 1920’li yılların klasik menülerine başlıyoruz.
Öğleden sonra dört saat süreyle Tanzanya sınırları içinde kalan ve UNESCO Doğal Miras Listesi’nde bulunan Selous Ulusal Parkı içinden geçiyoruz. Herkes ellerinde fotoğraf makineleri seyir vagonuna koşuyor. Seyir vagonunun üçte ikisi kapalı bar işlevini görüyor, üçte biri açık. Selous Ulusal Parkı’nı böylesine geçiş, bir tren üstünlüğü. Çünkü bu parkı diğer kara araçlarıyla geçmek mümkün değil. İçinden geçen bir karayolu yok. Doğal ortam içinde vahşi yaşamı gözlemliyoruz. Uzaktan zürafalar ve Afrika mandası sürüleri görülüyor.
Tren seyir halindeyken İngilizce ve Türkçe seminerler gerçekleştiriliyor: Genel olarak Afrika, Afrika’nın tarihi, jeolojisi, Büyük Rift Vadisi, David Livingstone ve Afrika kâşifleri, misyonerleri, Kap-Kahire demiryolu düşü, 5 ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasi çerçeveleri, Cecil J. Rhodes gibi İngiliz emperyalistleri ve Elmas İmparatorluğu, Afrika’da emperyalist devletlerin ve beyazların birbirleriyle mücadelesi, Afrika’da ulusal kurtuluş mücadeleleri, Frantz Fanon gibi benim gençliğimin ikonları, Güney Afrika’da “Apartheid”, Nelson Mandela, Steve Biko…
Üçüncü gün trenden çıkıp otobüslerle 30 km uzaklıkta bulunan Chisimba Şelalesi’ni görmeye gidiyoruz. Beşinci gün Zambiya’nın başkenti Lusaka’dan geçmek üzereyken bir trenin rayları bozarak raydan çıktığı haberi geliyor.
Macera başladı. Başkente yakın olmamıza rağmen bir günlük tamirat süresinden söz ediliyor. Oysa bizim o gün Gürleyen Duman’da yani Victoria Şelalesi’nde olmamız gerekiyor. Hemen çözüm üretiyoruz ve uçaklarla Lusaka’dan Victoria Falls’a uçuyoruz. Programa göre bir gece otelde kalacağız. Kalacağımız otel Victoria Köprüsü’nü yapan mühendisler ve teknik ekip için inşa edilen 1904 tarihli Victoria Falls Hotel. Müthiş bir ambiyans. Emperyalist Birleşik Krallık’ın (United Kingdom) son döneminin görkemli kolonyalist mimari örneklerinden. Doğrudan Victoria Şelalesi Köprüsü’ne bakıyor. Uzaktan Gürleyen Duman’ın duman biçiminde yükselen serpintileri görülüyor.
Şelaleyi ilk gören Batılı kişi Dr. Livingston, çavlanı, Afrika’yı hiç görmeyen kraliçesinin adıyla adlandırmış. Batı dünyası onu bu isimle biliyor. Oysa Siyahlar ona hâlâ Mosi-oa Tunya (Gürleyen Duman) diyorlar. UNESCO Listesi’ndeki adı da böyle. O gün akşamüzeri Mosi-oa Tunya’yı yaratan Zambezi Nehri’nde bir tekne gezisi yaparak güneşi batırıyoruz.
Tekneyle yola çıktıktan bir süre sonra birden hipo’ları (hippopotamus, su aygırı) görüyoruz. Sürüler halinde bize gösteri yapmaya çalışıyorlar sanki.
Ağızlarını açış sahnesi müthiş. Herkes o sahneyi fotoğraflamak için yarışıyor. Birini beklerken başka yerdekinin ağız açtığı haberi geliyor. O tarafa dönerken o ağzını kapatıyor bile. Koca hayvanlar insanlarla dalga geçiyor gibi. Bu arada çok değişik kuşlarla ve timsahlarla tanışıyoruz.
Ertesi gün grup halinde Şelale’nin yaklaşık 4 km’lik yürüyüş parkurunda esintilere karşı yağmurluklarla korunarak yürüyoruz. Hemen başlarda Dr. Livingstone’ın bir heykeli var. Ardından Şeytan Çavlanı ve Çavlan Adası. Seyir Terası’nın yan tarafında “kadrolu görevli” gibi her daim orada olan gökkuşağı. Ana Şelale, Livingstone Adası, Gökkuşağı Çavlanı, Victoria Köprüsü… Dünyada Victoria’dan daha fazla tanınan şelaleleler var: İguazu, Niagara… gibi. Ama Gürleyen Duman, tek bir kaynaktan, en yüksekten (108 m) akan, en geniş (1.700 m) şelale. Su nasıl bir güç? Ne tür bir yaşam kaynağı? Galiba bu gerçek en iyi şelalelerde algılanabiliyor.
Victoria Falls kasabasında iken kimimiz helikopterlerle şelale ve yerde gezinen vahşi hayvanlar üzerinde dolaşıyor, kimileri aslanlarla el ele dolaşma gezilerine katılıyor. Akşamüzeri dağılan rayları aşan trenimiz otelimize geliyor. Otelin kapısından çıkıp trenimize biniyoruz. İnanılmaz bir duygu bu. Evinin önündeki trene biniyorsun. Yine şampanya ve kırmızı halılarla karşılanıyoruz. Bir tarafta da Siyah gençler yerel danslarını sergiliyor.
Botsvana’ya girdikten bir süre sonra Francistown yakınlarında trenimiz duruyor. Bir sürpriz var: kısa bir safari. Kademeli 10 kişilik safari araçlarıyla bir özel çiftliğe gidiyoruz. Orada Capucino ile tanışıyoruz. Bu horgüçlü damızlık bir sığır. Kökeni Hindistan. Zaten bilimsel adı da “Brahman Bos Indicus”. 11 yaşındaymış. Bunların 5-6 yaşlarındakilerinin değeri 100 bin ABD Dolarıymış. Eti için beslenmiyor.
Bunların dölleri çok para ediyormuş. Para makinesi gibi para basıyorlarmış. 14-15 yaşına kadar yaşarlarmış. İlginç bilgiler sahibi olduk. Örneğin önlerinde sallanan gıdıları kanın oksijeninin ayarlanmasına yardımcı oluyormuş. Derisindeki yağ nedeniyle sinek gelmezmiş. Deri altında sıcağa karşı serinleten, soğuğa karşı ısıtan bir doku varmış. Aynı çiftlikte gezerken zürafa sürüleri de gördük. Sonra bir göl başında kokteyl verildi.
Dokuzuncu günün sabahı Botsvana’nın başkenti Gaborone’da indik ve iki günlüğüne trenimizi terk ettik. Önce Botsvana’dan çıkış, sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’ne giriş işlemlerini gerçekleştiriyoruz. Trende iken Tanzanya, Zambiya ve Botsvana pasaport işlemleri biz görmeden gerçekleşmişti. Pasaport ve gümrük kapılarından sonra safari araçlarıyla iki gece kalacağımız Madikwe Hayvan Parkı’na gidiyoruz. Beş yıldızlı bir otelde (lodge) kalıp, dört kez safariye çıkacağız. Zaten otelimizin önündeki doğal ufak göle Afrika mandaları (buffalo), Afrika filleri, babun maymunları, gergedanlar ve değişik kuşlar geliyor. Değişik sürüngen türleri kenarda güneşleniyor.
Öğleden sonra çıktığımız ilk safaride büyük bir şans eseri aslan görüyoruz. Bir erkek aslan büyük bir kuduyu avlamış, bir kısmını yemiş. Şiş göbeği ile gerine gerine yatıyor. Bize bakmıyor bile. Anlaşılan kendi sürüsünü oradan kovalamış. Karnı oldukça şişkin, inip kalkıyor. Uyuyor gibi, ama hep bir eli avının üzerinde. Arada bir esniyor. Şımarık biçimlerde dört ayağını havaya dikiyor. Bir ara kalktı yürüdü.
Ardından büyük bir Afrika mandası sürüsü görüyoruz. İmpalalar, kudular, değişik antiloplar, iri antilop (hartebeest), öküz başlı Afrika antilopu (wildebeest), değişik geyik türleri… her yerde. Değişik kuşlar: bülbül, kanarya, karabatak, Mısır kazı, şahin, kartal, balıkçıl türleri, iri gagalı “hornbill”, parlak ibis, tarlakuşu, devekuşu, baykuş, ötleğen, ağaçkakan… Savanna içinde değişik bitkiler, fillerin sürekli kırdığı bodur ağaçlar arasında araçla dolaşırken bir de benekli sırtlan görüyoruz.
Madikwe Hayvan Parkı 75 bin hektarlık bir alanı kaplıyor. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki beş hayvan parkından biri. Botsvana sınırı yakınında yer aldığından az gezilen yerlerden. Dolayısıyla doğallığını çok iyi koruyan parklardan. Safarilerde kimimiz bir aslan sürüsünü, kimimiz leopar, kimimiz beyaz ve siyah gergedan görüyor. Madikwe Hayvan Parkı’nda “Afrika’nın Beş Büyüğü”, yani fil, Afrika mandası, gergedan, aslan ve leopar görülebiliyor.
On birinci gün otobüslerle bizi Zeerust’ta bekleyen trenimize geri dönüyoruz. Yine kırmızı halı ve şampanyalarla karşılanıyoruz. Krugersdrop’a hareket ediyoruz. On ikinci gün Centurion’da trenden inip otobüslerle Güney Afrika Cumhuriyeti’nin üç başkentinden biri olan Pretoria’yı geziyoruz: Öncüler Anıtı, Kilise Caddesi, Kilise Meydanı, Çarşı, 1911-1931 yıllarında Yeni Delhi’yi inşa eden iki mimardan biri olan Herbert Baker’ın eseri Birlik Binası… Ardından Rovos Rail’in 240 dönümlük özel istasyonundaki tarihi lokomotif ve vagonları inceliyor ve trenlerle demiryolu hakkında bilgileniyoruz.
On üçüncü gün ünlü elmas kenti Kimberley’e 2 km kala sağda Kamfers Dam’de pembe flamingoları görüyoruz. Afrika’nın nadir sulak alanlarından olan bu yerde yaklaşık 23 bin flamingo yaşıyormuş. Uzaktan bakınca pembe bir ada gibi görünüyorlar. Ardından Kimberley’de Büyük Çukur ile Müze’yi geziyoruz. Önce 20 dakikalık bir film ile elmasın Güney Afrika’daki macerasını izliyoruz. Sonra 1866’da ilk elmasın bulunmasının ardından 1871’de büyükçe bir elmasın bulunduğu yerde zaman içinde 50 bin insanın açtığı dünyanın en büyük insan eseri çukurlarından birine bakıyoruz.
Büyük Çukur’un genişliği 463 m, derinliği 240 m. Sonradan içine 25 m kalınlığında kum, çakıl dolmuş, 40 m kalınlığında su birikmiş. Bu nedenle şu anda derinliği 175 m. Büyük Çukur’un yüzeyi 170 dönümlük bir alanı kaplıyor. 1914 yılına kadar buradan 22 milyon tonluk bir toprak çıkarılırken, 14,5 milyon karatlık (2,7 kg) elmas elde edilmiş.
Son günün sabahı Matjiesfontein adlı bir köye gelmeden önce tren duruyor ve köye kadar 5 km’lik yürüyüş yapacak kişileri, köyde buluşmak üzere trenden indiriyor. Matjiesfontein Victoria Çağı’nın tarihi yerleşimlerinden biri. Jimmy Logan adlı bir kişi buraya hayat vermiş. Otel, lokanta açmış, değişik servisler sunmuş ve köyü ünlü kılmış. Köyün en bilinen kişisi Bir Afrika Çiftliğinin Öyküsü adlı kitabıyla üne kavuşan sosyal reformcu ve feminist Olive Schreiner. Kendisi bir süre bu köyde kalmış, William Gladstone, George Bernard Shaw ve Havelock Ellis (Cinsiyetin Psikolojisi Çalışmaları adlı 7 ciltlik kitabın yazarı) gibi kişilerle o köyden yaptığı yazışmalarıyla köye ün kazandırmış.
Artık dönüş yolundayız. Birdenbire her şey değişiyor. Dağlar, tepeler, ovalar başlıyor. Tabii uzun tüneller de. Bunlardan biri 13,5 km uzunluğunda. Worcester ile birlikte artık UNESCO Listesi’ndeki Doğu ve Batı Kap Bölgesi Flora Alanı da başlıyor. Müthiş güzel manzaralar. Her taraf yemyeşil… Büyük şarap bağları… Ve Cape Town tren istasyonu. Trenden iniyoruz. Herkesin her işe koştuğu, işleri hep birlite yaptığı trenin sahibi ile sahibesi bizi karşılıyor. Tüm gezginlerin tek tek ellerini sıkıyorlar. Dışarıya çıkıp bavullarımızın gelmesini ve otobüslere konmasını beklerken, bir de ne görelim: dünyanın en büyük işleyen tren koleksiyonu (7’si buharlı olmak üzere, 20 lokomotif ve 100 dolayında tarihi yolcu vagonu) sahibi ve sahibesi bavullarımızı taşıyor, diğer çalışanları ile birlikte. “Ubuntu” yapmak isterler gibi.
“Afrika’nın Gururu” treni ile Darüsselam-Cape Town tren gezisi gerçek bir rüya…
*“Dünyanın En Lüks Treniyle Darüsselam’dan Cape Town’a”, Hürriyet Seyahat, 13 Ağustos 2012.