Gezi Yazıları

ALTIN ŞEHİR PRAG

Prag yaklaşık 20 yıldır dünyanın en gözde kentlerinden biri. Eski hükümranı Viyana’yı bile geride bırakmış durumda. Kimilerine göre “yüz kuleli kent”, Çeklere bakılırsa “Praha Zlata” yani “Altın Prag”, çok sayıda şiirini Prag’da yazan Nazım Hikmet’e göre ise “Pırağ dedikleri bir gümüş ayna… kesme cam bardağa işlenmiş elmas tıraşla”.

Prag sihirli bir kent. Bir gizem, bir büyü şehri. Tarihsel dokusu doğaüstü güçlerle, büyücülerle, simyacılarla, “rabbi”lerle, hayaletlerle, kuklacılarla biçimlenmiş. Bu nedenle günümüzde şehirde “hayaletler turu” yapılabiliyor. Bir Golem efsanesi burada yaratılmış. Robot sözcüğünü de onlara borçluyuz. Yani Praglı bilim dışı değil, ancak sihire, gizeme de düşkün.

Kenti ve Praglıyı ilk görüşte hemen kavramak oldukça zor. Onu algılamak için kentte uzun süre kalmak ya da kente birkaç kez gelmek gerekiyor. Ama bir tanışınca ondan kurtulmak artık zor. “Prag sizi bırakmaz. Bu ananın pençeleri var. Ya ona teslim olacaksın ya da Vyšehrad ve Hradcany’den, iki taraftan onu yakacaksın; ancak o zaman özgür olabilirsin”, der günümüzün en ünlü Praglısı Franz Kafka.

Yazılı kayıtlarda Prag’ın ilk kez adını geçiren kişi Endülüslü diplomat ve tacir İbrahim İbni Yakub. İbrahim Bey daha 966 yılında Prag’ın Orta Avrupa’nın en büyük ticaret kenti olduğunu anlatır. Kent sonra hızla gelişir. Bugün Prag’da görebileceğiniz tarihsel doku en az Osmanlı İmparatorluğu kadar eskidir.

Kent çok özel bir coğrafyaya sahip. Avrupa’nın tam merkezinde, Elbe (Labe) Nehri’nin Almanca’da Moldau olarak adlandırılan Vlatava isimli kolu üzerinde yer alıyor. Bir nehir-kent. İçinden su geçen her şehir gibi büyüleyici. İstanbul ve Roma kentleri gibi yedi tepeli. Tepelerden nehir boyuna inen eğimli arazilerde koruluklar, muhteşem bahçeler, kaleler, şatolar, konaklar, kiliseler bulunuyor. Ya bunların sudaki yansımaları?

Yapıları coğrafyasıyla, doğayla uyumlu. Kuleler, kiremit çatılar, bacalar, daracık sokaklar, geçitler, pasajlar; sokak lambaları, önyüzler, kapılar, balkonlar, frizler, kornişler, revaklı avlular… Dinamik bir plastik görsellik. Bu mimari ayrıca heykel ve bezeme ile örtüşüyor, bütünleşiyor. Prag heykelli, yontulu bir kent. Her yer heykelle dolu, alegoriler, atlaslar, değişik yontular, ev işaretleri, sgraffitolar dinamik bir plastik görsellik. Tüm bunların siyah birlikteliği, gri-mavi gölgeleri ve siyahın, grinin baştan çıkarıcılığı ya da hüznü. Prag bir anlamda tarihsel bağlamda mimariyle estetiğin epik şiiri. Bu nedenle yazar Jan Neruda “Prag’da sıradan bir yürüyüşte gerçek şiirleri buluruz” der.

Prag, sanatlar ve mimarlık açısından yaşayan bir açık hava müzesi gibi. Romanesk, gotik, Rönesans, manyerizm, barok, rokoko, yeni-klasik, art nouveau, art déco, kübizm, işlevselcilik… akımlarının son derece önemli yapılarını içeriyor. Bu açıdan dünyada biricik kent. Çok şanslı. 17. yüzyılın ilk yarısındaki tahribatlardan sonra önemli ölçüde bir yıkım yaşamamış. 2002 yılı Ağustos ayındaki sel gibi ufak tefek olaylar dışında, deprem gibi doğal afetlere sahne olmamış.

I. Dünya Savaşı, ama daha önemlisi II. Dünya Savaşı sırasında diğer Avrupa kentleri gibi yıkıma uğramamış. Nazi İmparatorluğu’nun direnme görmeden girdiği ilk kent ve terk ettiği son kentlerden. 1918 sonrasındaki son derece olumlu ekonomik gelişmelerden dolayı İstanbul’dakine benzer bir “iç göç” ve bu nedenle “rant kavgaları” görmemiş. II. Dünya Savaşı sonrasındaki “gelişme”, “modernleşme” projelerinin olumsuzluğunu yaşamamış. Bu yüzden tarihsel yapılarının çoğunu günümüze taşıyabilmiş.

Ama Prag bir donmuş örnek mimari yapılar ya da bina önyüzleri geçidi de değil. Gündüzü ve gecesiyle yaşayan bir şehir. Yeni yaklaşımlarla artık iyice farklılaşan lokantaları, “pub”ları, diskoları, “casino”ları, caz merkezleri, tiyatroları, konserleriyle gecenin geç vakitlerine kadar canlı, hareketli bir kent.

Zaten bu geceleri Praglılarla yaşamadan onları tanımanız mümkün değil. Çek birası, bir apsent, bir Becherovka bardağı kaldırmadan, bir Na zdravi! demeden, bu ilk anda bencil ve kaba görünen, utangaç insanları nasıl tanıyabilirsiniz? Geceler olmadan onlarla nasıl dost olabilirsiniz?

Prag yüzyıllarca bir kültür ve sanat merkezi. Yoksa toplum kurallarını umursamadan yaşayan sanat ruhlu insanların yaşamını betimlemede kullanılan bohem teriminin doğduğu Bohemya’nın merkezi nasıl olurdu? 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında nasıl öncü avant-garde sanat akımları açısından Paris’e ya da yenilikçi akımlar açısından Bauhaus’a rakip olabilirdi.

Prag bugün çoğu Batı Avrupalı milyonlarca turist tarafından geziliyor. Yalnızca İngiltere veliahtı Prens Charles 1991’den sonra Prag’ı üç kez ziyaret etmiş. Oysa 1938 Münih Anlaşması ile Prag’ın başkenti olduğu Çekoslovakya’nın önemli bir bölümü İngiltere ve Fransa tarafından Nazi Almanya’sına bırakılırken İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain Çekoslovakya için “uzak bir ülke, halkı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz” diyordu. O zamanlar İngilizler ve Fransızlar, 1 Mayıs 2004’de Avrupa Birliği’ne tam üye kabul edilen Çeklerin ülkesini dışlıyor, başka bir çerçeveye oturtuyordu. Oysa Avrupa’nın göbeğindeki Prag, Londra’ya ya da Paris’e Viyana’dan ya da Roma’dan daha yakındı. Bu ülke II. Dünya Savaşı öncesinde en doğudaki demokrasi, II. Dünya Savaşı sonrasında ise en batıdaki komünizm örneğiydi.

Prag bu tür çelişkileri ya da “ironi”leri hep yaşadı. Kentte 19. yüzyılın ikinci yarısında milliyetçilik akımını savunanların yazı dili Almancaydı. Bugün turistlerce çok sevilen yüzlerce barok yapı, Bohemya’da ve Prag’da Çeklerin “reform” direnişini kanla bastıran karşı-reformun göz korkutma, ezme, sindirme amaçlı mirasıdır.

Prag, 16. yüzyıldan 1918’e kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bohemya Eyaleti’nin başkenti idi. 1918’de bağımsızlığa kavuşunca ülkenin adı Çekoslovakya Cumhuriyeti oldu. Bu isim 1960’da Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti’ne, 1990’da Çekoslovakya Federal Cumhuriyeti’ne, ardından Slovakya’nın ayrılması ile 1 Ocak 1993’te Çek Cumhuriyeti’ne, hatta kısaca Çekya’ya dönüştü.

Yaklaşık bin yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Önceleri bağımsız bir Slav topluluğu olarak yaşama. Macaristan’ın Slovakya’yı işgali ile Slovaklardan bin yıllık bir kopuş. Ardından Habsburg Hanedanı yönetimi. 1620 Ak Dağ Savaşı’yla kesin yenilgi, Almanlaştırılma, Katolikleştirilme, belirsiz milliyetçilik akımları. 1918 sonrasında mükemmel işleyen bir demokrasi, gelişen sanayi ve sanatlar. Batı’nın Münih ihaneti, 40 yıllık komünizm dönemi, Kadife Devrim ve sonrasında gelen ABD hayranlığı ve “küresel” tüketim çılgınlığı. Prag’da yürüyoruz. Arka planda Smetana, Janacek, Dvorak müziği, caz grupları, kulaklarda Jan Hus, Jan Žižka, Edward Kelly efsaneleri, her yerde Franz Kafka ve Alfons Mucha, birahanelerinde Aslan Asker Şvayk, vitrinlerde Bohumil Hrabal ya da Milan Kundera, sinema çevrelerinde Jiri Menzel, Miloš Forman ve Amadeus filmi ve sağda solda tanıdık markalar: Moser,

Pilsner Urquell, Tatra, Škoda, Jawa…

Bu Prag gezisi, tarihsel ve güncel bağlamda bir “kent okuması”: Ana kahraman, kentin kendisi. Alt kahramanlar ise mimarlar, heykeltıraşlar, ressamlar, bilim insanları, müzisyenler, kompozitörler, şairler, yazarlar, artistler, film yönetmenleri, sporcular, büyücüler, sürgünler, serseriler, söylenceler, bazı yapılar, müzeler, barlar, parklar, köprüler…

Türkiye’de ünlenmesinden önce Prag’da ilk Türk gruplarını gezdiren kişiyim. Yaklaşık 40 kez Türkiye’den Prag’a gruplar götürdüm, yerel rehberlere gereksinim duymadan adım adım Prag’ı gezdirip kentin köşe bucağını gösterdim. Her önemli yapının öyküsünü anlattım. Kafelerini, birahanelerini, caz kulüplerini gezdim, gezdirdim. Tiyatro, konser, gösteri salonlarını, Laterna Magika’yı ezberledim. Kentin o akıl almaz daracık sokaklarında, labirentvari geçitlerinde, pasajlarında kayboldum. Unutmayalım ki, bir kenti tanımanın en iyi ve kalıcı yolu o şehirde kaybolmaktır.

Kentler okunmayı bekleyen kitaplar gibidir. Ben de sizi Prag’ı okumaya çağırıyorum.