Adım Adım İstanbul®

BİR KÜLTÜR MOZAYİĞİ: HALİÇ

Çoğumuzun gravürlerden eski güzelliğini görüp ya çevre yoluna çıkmak için arabayla hızla geçtiğimiz ya da uzaktan şöyle bir göz attığımız Haliç, şüphesiz eski güzelliğinden çok şey yitirmiş durumda. Ama bir zamanların oldukça renkli bir millet ve dinler mozaiğine sahip olan Haliç’te, o güzel dokuyu duyumsamak hâlâ olası. Bugün pek çoğumuzun görmeye, gezmeye değer bulmadığı Haliç sokaklarında bir gezintiye çıkacağız. Rum, Ermeni, Türk, Yahudi, Bulgar yerleşimlerinin iç içe geçtiği bu mekânlardan günümüze kalabilen, o eski zenginliği yansıtabilen mimari yapıları, sokakları, evleri, sayfalarımıza sığdırabildiğimiz ölçüde efsaneleri, tarihleri ile birlikte görmeye çalışacağız. Geziye başlarken hemen, Haliç’in güney kıyısını ve Unkapanı Köprüsü’yle surlar arasında kalan bölgeyi (yaklaşık Haliç’in altıda biri) bir günde ancak gezebildiğimizi belirtelim. 

Haliç, yüzyıllar boyunca İstanbul’un aranılan, seçkin bir semti olmuş. Hali vakti yerinde olanlar, Haliç kıyılarında ve sırtlarında oturmayı tercih etmişler. Deniz kıyısı, ama sakin bir kıyı; havadar ama rüzgâra karşı korunaklı bir bölge olması tercih sebeplerinin arasında yer alıyor. Gemilerin kıçtan, doğrudan karaya yanaşabildikleri bir liman olması nedeniyle de ticaret oldukça hareketli bir yer yapmış Haliç’i. Bu hareketliliğe çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar topluluğu da eklenince zengin bir mozaik çıkmış ortaya. Özellikle Bizans döneminde şehrin Rum Ortodoks topluluğunun yanı sıra, Yahudi azınlığı olan Karayimler, Bizans İmparatoru’nun izniyle İstanbul’da koloni kuran Akdeniz’in tüccar ve denizci şehir devletlerinin temsilcileri de Haliç kıyılarına yerleşmişler.

İstanbul’un fethinden sonra şehir nüfusunda köklü değişiklikler olur. Her şeyden önce Müslüman-Türk ahali yerleşmeye başlar. Zengin Türkler Haliç sırtlarında bugün tek tük görebildiğiniz konakları yaptırırlar.

15. yy sonunda İspanya’dan kovulan Yahudiler, II. Bayezid’in çağrısıyla Türkiye’ye gelirler. Sofu Bayezid adıyla da bilinen padişah II. Bayezid, İspanya Kralı Ferdinand’a Yahudilerin kendi topraklarına bir zenginlik katacağına inandığı için onları kabul etmekten büyük kıvanç duyacağını bildirir. İstanbul’a gelen Yahudilere Balat ve Hasköy semtleri gösterilir. O çağın İspanyolcası temelinde bir dil olan Judeo-Espanyol’u konuşan bu Seferad Yahudileri, İstanbul’un bundan sonra tanıyacağı Musevi azınlığı olmuşlardır. Bizans döneminde buraların ahalisi olan Ortodoks nüfus da Fener’de yoğunlaşır. Buna karşın Bizans döneminde Haliç’te yaşayan İtalyanlardan  Cenevizler  bu bölgeyi terk ederek Galata civarına taşınır.

Zamanın bu zengin etnik ve kültürel bileşimi elbette beraberinde güzel binalar, bahçeler, evler ve dini yapıları doğurur. Şimdilerde bu dar sokaklarda, birbirlerine yaslanarak duran harap evlerde, bir günlük bir gezi boyunca, o güzel dönemleri anımsatan ilginç ayrıntıları, dini yapıları biraz zorlanarak da olsa görmek olası.

Gezimize Cibali’den başlıyoruz. Cibali fetih sonrasında Müslüman nüfusu daha fazla olan bir semt. Hemen cadde üzerinde Aya Kapı yanında Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülüyor. Dışarıdan dikkatlice bakarsanız, biraz üstünde Gül Camisi adıyla bilinen eski Aya Teodosya Kilisesi’nin duvarlarını görebilirsiniz. Birazdan Gül Camisi’ne tekrar dönmek üzere Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi’ne bir göz atalım. Aya Nikola Kilisesi’nin avlusundaki en belirgin nesne, kilise kapısının hemen önünde asılı duran kristallerle süslü bir gemi maketidir. Aya Nikola’nın balıkçıların, denizcilerin koruyucusu olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Bazilika tipinde inşa edilen kilisede cemaatin azlığı nedeniyle sadece yortularda ayin yapılıyor.

Aya Nikola Kilisesi 1720’li yıllarda bugün Yunanistan’daki Aynaroz Vatopedi Manastırı’nın metekhion’u (yani bir tür şube) olarak yapılmış. 1837’de yenilenmiş Cibali’nin en göze çarpan yapısı, bugünkü adıyla Gül Camisi. Aya Teodosiya eski adlı Bizans kilisesi, Osmanlı döneminde epey tamir gören bu görkemli yapının 9. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmekte.  Mimari planı “Bizans Haçı” diye tanımlanan tipe uygun. 

Duvarları oldukça yüksek ve kırmızı tuğlalı bu kilise-caminin ilginç bir de öyküsü var. Fetihten önceki gün Aziz Teodosya günüymüş. Şehir halkı o gece ibadete gelmiş ve kendilerini Türklerden koruması için dua ettikleri azizeye güller getirmişler. Ertesi gün şehri fetheden yeniçeriler, kilisenin içini güllerle dolu görünce buraya Gül Camisi adını vermişler.

Aya Teodosya Kilisesi (Gül Camisi), Aya Sofya’dan sonraki en büyük kiliselerden biri olma özelliğini taşıyor. Dışarıdan oldukça görkemli ve sağlam bir yapı izlenimi veren caminin içine girince bu görkemin boşa olmadığını anlıyorsunuz. Üç apsisli yapının içinde, üst katta bir de mezar var. İsa’nın havarilerinden birinin burada yattığı rivayet olunuyor. Bir başka söylenceye göre de, son Bizans imparatoru burada gömülüymüş. Ama bunlar kanıtlanamayan söylenceler.

Kiliseye adını veren Aya (veya Azize) Teodosya’ya gelince; İmparator III. Leon 726 tarihinde tüm ikonaların ortadan kaldırılmasını buyurur (İkonaklast dönemi 726-843 yıllarını kapsar).       Teodosya ile birlikte bazı kadınlar İmparatorluk Sarayı’ndaki bir İsa tasvirini indiren askerleri öldürürler. Ancak Teodosya peşine düşen askerler tarafından Aksaray’da yakalanır ve öldürülür.

Gül Camisi’nin karşısında II. Bayezid’in vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa’nın yaptırdığı hamam dikkatinizi çekebilir. 1512 öncesinde yapılan yapı, halen kullanılan en eski hamam özelliğine sahip. (2005 yılında restore edildi.)

Yolumuza ara sokaklardan Fener’e doğru devam ediyoruz. Yokuş yukarı çıkarken köşede sonradan müze olarak restore edilen Dimitri Kantemir Evi var. Kapısında herhangi bir levha olmadığı için evi bilmeyenlerin tanıması zor. Dimitri Kantemir, 18. yy başı Eflak Voyvodaları’ndan kültürlü, 7-8 yabancı dil bilen, zengin bir kişi. Siyasetçiliğinden çok Klasik Türk müziğine yaptığı katkılardan dolayı bizim için önemli. Kantemir, Klasik Türk müziği üzerine en eski ciddi kitaplardan birini yazmış ve yaklaşık 300’den fazla şarkıyı notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamış. Bundan birkaç yıl önce Romanya Başkonsolosluğu, Eflak Voyvodası olan Kantemir’i anmak için evinin kapısına bir levha koydurtmuş ama bu levha kadirşinaslıkla arası pek iyi olmayan kişilerce tahrip edilmiş.

Merdivenli yokuştan yukarı doğru çıktıktan sonra sola dönünce duvarları kırmızı aşı boyalı “Moğolların Meryem’i” (Muhliotissa) veya Meryem Ana Kilisesi’ni görüyoruz. Kilisenin birkaç önemli özelliği var. Bunlardan ilki İstanbul’un fethinden bugüne dek camiye çevrilmeden ayin yapılan tek kilise olması. Bu Fatih Sultan Mehmet’in özel fermanıyla sağlanabilmiş.

Fatih, kendi adıyla bir cami yaptırmak isteyince yerini beğenir (şimdiki Fatih Camisi) ve Hristodulos isimli mimara bu görevi verir. Mimar, belki de bu ünvandan cesaretlenerek Meryem Ana Kilisesi’nin yıkılmasını önlemek için Fatih’ten özel izin rica eder. Kilisenin ibadete açık kalmasını buyuran ferman bugün de içeride asılı duruyor. Tabii yüzyıllar geçip hoşgörü ve saygı azalmaya başladığında, bu fermanı ele geçirip yok etmek isteyen Müslümanlar oluyor ama neyseki kilise bu badireleri atlatıyor.

“Moğolların Meryemi” adına gelince, masalı andıran ilginç bir öyküsü var. Bizans İmparatoru Mihail Poleologos, kızı Prenses Maria’yı Moğol İmparatoru Hülagü Han ile evlendirmeye karar verir. Kızını bir kervanla İran’a gönderir. O zamanın şartlarında yolculuk kaç gün sürdü bilinmez ama Prenses Moğol sarayına vardığında Hülagü Han’ın ölüm haberini alır. Saraydakiler, bunca yolu boşuna gelmiş olmasın diye Prensesi Hülagü’nün oğlu Abaka Han ile evlendirirler. Maria, Abaka Han’ı Hıristiyan yapar ve 15 yıl evli kalırlar.

Abaka Han kardeşi Ahmet tarafından öldürülünce, saray onu yeniden evlendirmeye kalkar ama “bu kadar Moğol yaşantısı yeter” diyen Maria geriye yurduna döner; bir manastıra kapanır ve bu kiliseyi yaptırır. Kilise, “yonca” diye bilinen mimari plana uygun olarak yapılan iki kiliseden biri (ikincisi Heybeliada’da). Ancak geçirdiği onarımlar nedeniyle yonca planı epey bozulmuş. Özellikle içine girdiğinizde bu bozulmadan dolayı göze çarpan simetrisizlik herkesi şaşırtıyor. İçeride içbükey ikonlar ve en önemlisi Bizans çağından kalma mozaik Meryem portresi yer alıyor. 

Moğolların Meryemi Kilisesi’nden çıktığınızda, Fener’in belki de Haliç’in en olağanüstü, en inanılmaz, masal şatosunu anımsatan yapısıyla  karşılaşırsınız: Fener Rum Erkek Lisesi. Pek çok kişinin uzaktan heybetli görünümüne aldanıp Patrikhane sandığı bu yapı, Atatürk’ün doğumuyla yaşıt… Ancak bu yerde Bizans’tan beri eğitim yapıldığı biliniyor. Fetihten sonraki gelişmelerde, din dışı eğitim burada kalırken, dini eğitim Heybeliada’ya taşınmıştı. Lise, ilk laik okul olma özelliğini de taşıyor. Özel Fener Rum Lisesi’nin öğrenci sayısı şu anda 15-30 arasında değişiyor. Mimarı Dimadis olan okul 1881 yılında yapılmış. Bu fanatik yapıyı mimari açıdan biraz Endülüs biraz Bizans karışımı, Bizantino-morik olarak adlandırabiliriz. 

Fener Rum Erkek Lisesi’nin içine girmek özel izinlere bağlı ve bu nedenle bu ilginç yapıya sadece dışarıdan bakıp yeniden aşağıya inerek Fener Rum Patrikhanesi’ne doğru yol alıyoruz. Sadrazam Ali Paşa caddesi üzerinde yer alan Patrikhane, özellikle Fener Lisesi’nden sonra oldukça sade geliyor insana. Patrikhane, İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Çarşamba’daki Pammakaristos Kilisesi’ne (Fethiye Camisi) yerleşmiş. 1586’dan sonra Fener’deki bazı kiliseleri dolaşmış. 1601 yılında şimdiki yerine yerleşmiş. Ancak bugün görülen ana bina, 1940’lardan kalma Osmanlı mimari tarzında yapılan ahşap kaplamalı yapı.

Patrikhaneye yakınlığı nedeniyle resmi kilisesi olan Aya Yorgi Kilisesi’nin içinde tarihi ve dini açıdan oldukça değerli eşyalar bulunuyor. Bunlardan biri Fetih sırasında patrik olan Gennadius’tan kaldığı varsayılan sedef kakmalı patrik koltuğudur. Kilise’nin içinde ayrıca sedef işlemeli sehpalar, altın yaldızlı ve taşınabilir bir Meryem Ana tablosu, birçok güzel ikon yer alıyor. İçerde üç azizenin (Omonia, Theophano ve genç kızların ve terzilerin koruyucusu olan Euphemia)  kemiklerinin bulunduğu kabul edilen tabutlar var. Patrikhane’ye yan kapıdan giriliyor. 1821’de Patrik V. Gregorios, Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Orta Kapı diye bilinen kapının önünde asılmış. Kapının üzerinde asılı duran çengel hâlâ duruyor. O zamandan beri bu kapı açılmamış.

Aya Yorgi Kilisesi, 1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş bir kilise. Tanzimat’a kadar kiliselerin kubbeli olmalarına izin verilmiyordu. 

İstanbul Patrikhanesi, Ortodoks mezhebinin manevi anlamda merkezi. Ancak pek çok kişinin sandığının tersine tüm dünyadaki Ortodoksların değil, yaklaşık yarım milyon kişinin doğrudan patrikliğini yapıyor. Patrikhane’nin bahçe kapısının yanında “Moğolların Meryemi Kilisesi”nden buraya getirilmiş “Moğol” görünümlü heykel de ilginç görüntüler arasında yer alıyor.

Patrikhane’den çıkıp aşağıya doğru yürüyoruz. Fener sokaklarında gezerken biraz da hayal gücümüzü zorlayıp bir zamanlar buraların belli bir refah düzeyine eriştiğini düşünüyoruz. Sağlam taş evler, sütunlu girişler, süslemeli balkonlar, mozaikli bahçeler ve açık kalan kapılardan görebilirseniz eğer karolu taşlıklar birkaç yüzyıl öncesinin yaşam tarzı hakkında ipuçları veriyor. Akdeniz bölgesine özgü evden eve gerilen makaralı iplere asılı çamaşırları da burada görmek mümkün.

Harap hâldeki semtte tek tük ayrıntıları yakalayabilmek için gözlerimiz evlerin üzerinde. Haliç kıyısına iniyoruz. İBB eski başkanı Dalan’ın müdahalesiyle son hâlini alan Haliç kıyısında Fener’de üç eski bina hepimizin dikkatini çeker. Bunlardan ilki PTT binası, ikincisi Kadın Eserleri Kütüphanesi, diğeri de Bulgar Aziz Stefan Kilisesi’dir. Dünyanın ilk ve –bilindiği kadarıyla- tek dökme demirden “pre-fabrike” kilisesi ünvanına sahip Bulgar Kilisesi, Dalan yıkımından kurtulup ayakta kalabilmiş.

Bulgarlar İstanbul’un daha çok Kadıköy yöresinde oturup, süt ve mandıra işleriyle uğraşıyorlardı. 1800 yıllarında milliyetçiliğin de etkisiyle, o güne kadar Fener Patriği’ne bağlı olan Bulgarlar, dini ayinlerini Rumca yapmak istemediklerini söyleyerek, Sultan’dan kendilerine kilise için izin vermesini isterler. Yıllar süren çekişmeler sonucu bir yanda Patrikhane öte yanda diğer azınlıklar arasında kalan Sultan, her iki tarafı da dengelemek amacıyla kilise inşası için Bulgarlara kısa bir süre tanır. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar. Bir Avusturya firması ihaleyi kazanır (Kilisenin kapısının yanında bu firmanın ismini görebilirsiniz – R. Ph. Waagner, Vienne). Kilisenin, belki de Patrikhane’ye inat olsun diye Haliç kıyısına yapılması planlanır. İçi ve dışı tamamen dökme demirden neo-gotik tarzında inşa edilen kilise, önce Avusturya’da kurulur, denenir. Sonra sökülüp parçalar hâlinde mavnalarla Tuna Nehri’nden Karadeniz’e getirilir. 1895 yılında şimdiki yerinde inşa edilir. İnşası sırasında temeline 70’e yakın demir kazık çakılır.

Kilisenin mimarı Hovsep Aznavor adlı bir Ermeni zat. Aznavor oldukça ilginç bir kişi. İstanbul’daki Sansaryan Han’ın mimarı. Bulgaristan Parlamento Binası da onun imzasını taşıyor. Aznavor sadece mimarlık yapmıyor, Meşruti Sosyalist Parti’nin kuruluşunda da yer almış. Ayrıca uluslararası bir maraton yarışında derecesi de var. Kilisenin bakımlı bahçesinde daha önceleri burada hizmet etmiş Bulgar din adamlarının mezarları ve bunları süsleyen güzel heykeller yer alıyordu. Ancak “Bulgaristan’da Türkler’e Mezalim” olaylarını bahane eden kişilerce bu güzelim heykeller tahrip edildiler. Şimdi heykellerden bazıları kilisenin içinde korunuyor.

Evet, içi ve dışı dökme demirden pre-fabrike St. Stephan Bulgar Kilisesi’nin ilginç öyküsü böyle…

Fener’den Balat’a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine Bulgar Kilisesi’nin hizasında oldukça harap bir hâlde eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Tur-u Sina Manastırı olarak biliniyor. Avludan içeriye girerseniz, yıkılmaya yüz tutmuş çan kulesini görebilirsiniz. Bu çan kulesi, içerideki Vaftizci Yahya Kilisesi’ne ait… Tur-u Sina Manastırı, Sina Yarımadası’ndaki Aya Katerina Manastırı’nın metokhion’u olarak kurulmuş (yani onun bir şubesi, uzantısı gibi).

Balat, Fener’e göre daha yoksul bir semt. Geçmiş zamanlarda da böyleymiş. Bunun nedeni, Balat’ın çoğunluğunu oluşturan Yahudiler’in, devlet iktidarına daha yakın olan Ermeniler kadar zenginleşememeleri olabilir. Sokak içlerine girdikçe tek tük Yahudi evlerini görüyorsunuz. Yine ünlü, geçen yüzyıldan kalma Agora Meyhanesi de burada. Balat’ın merkezinde iki sinagog var: Yanbol ve Ahrida (ya da Ohrida). 

Balat semtinde dinler, mezhepler birbirlerine iki adımlık mesafede ibadet yerlerini kurmuşlar. Örneğin bir köşede Sinan’ın bir eseri olan Ferruh Kethüda Camisi var. Ancak cami, özgün halini kötü restorasyonlar sonucu kaybetmiş. İçine girerseniz eğer, mihrap kısmında Tekfur Sarayı’ndan getirilen çinileri görebilirsiniz. Arka dış duvarındaki güneş saati de türünün son örneklerinden biri olarak duruyor.

Caminin hemen yakınında Gregoryen (doğrusu Apostolik) Ermeni Surp Hreşdagabet Kilisesi var. Kilise başlangıçta Ortodokslara ait… Bizans döneminde yapılmış. Nitekim aşağıda bir de ayazması var. 1628’de Karagümrük’teki Surp Nikoğos Kilisesi Ermenilerden alınıp Kefeli Camisi’ne çevrilince, karşılığında Rumca adı Ayos Strati olan bu kilise Ermenilere verilmiş. Birkaç yangın geçiren kilise 1835’te son hâlini almış. Buradan da Balat’ta Yahudilerle birlikte Türkler ve Ermenilerin de oturduğunu anlamak mümkün.

Kilisenin içinde 1727 tarihli demir bir kapı var. Bir tarafı Latince bir tarafı Almanca olan kapının kabartmaları, ejderhayı öldüren Aya Yorgi’yi ve tapınaktan hırsızları kovan İsa’yı gösteriyor. Söylenceye göre Topkapı Sarayı’nda demircilik yapan bir Ermeni usta bu kapıyı bulup, satın alarak buraya taktırmış. 

Balat’tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eskiden küçük çapta bir tersane olan semtte, sokak aralarında sandallar, motorlar, kayıklar, küçük sürprizler olarak karşımıza çıkardı. Ancak Dalan operasyonları sonucunda bu özelliğini yitirdi. Ayvansaray’da görebileceğimiz tarihi binalardan biri Bizans kilisesi iken camiye çevrilen yapı Bizans haçı tarzında… Camiye çevrildiği ilk yıllarda adı Atik Mustafa Paşa Camisi iken, sonradan adı Hazret-i Cabir Camisi’ne çevrilmiş. Bunu, bitişikteki Hz. Muhammed’in Sehabe’lerinden Cabir Hazretleri’nin türbesinin bulunmasına bağlıyorlar. 

Bu sokağın Dervişzade Sokağı ile birleştiği köşede ise Vlaherna Meryem Ana Kilisesi var. Kilise ayazması ile ünlü. Geniş ve hoş bir bahçe içinde kurulu kilise, adından da anlaşılacağı gibi zamanında büyük bir saray olan Vlaherna Sarayı’nın kilisesi imiş ama şimdi saraydan bir kalıntı yok. 

İstanbul’un belki hâlâ yaşayan bir güzelliğine örnek olarak, ayazması olan kiliselerde şifa aramaya gelen Müslümanları görmek burada da mümkün.

“Umudun sonu yok” diyerek şifa aramaya gelen dini bütün Müslüman kişiler, din farkı gözetmeksizin papaza dileklerini söylüyorlar, papaz da onlara “Allah şifa versin” diyerek dua ediyor. Eskiden çok olağan karşılanan bu görüntüler, bugünün ırkçılığa varan insanlık dışı olayların yanında bir umut beslememize vesile oluyor.

Kiliseden yokuş yukarı çıkınca sağda İvaz Efendi Camisi var. Çift kapılı caminin ilginç bir özelliği minaresinin ters yönde olması… Caminin bahçesinde İzak Angelos Kulesi yer alıyor. Bizans’ta önemli bir yere sahip olan İzak Angelos 1188 yılında bu temaşa kulesini yaptırmış.

Ünlü Anemas Zindanı bu kulenin altında yer alıyor. Angelos, kulesini yaptırdıktan yedi yıl sonra alttaki zindanlara atılır. Orada gözleri kör edilir. 1213’te oğlu IV. Alexios’la birlikte yeniden imparator olur. Ancak iki yıl sonra her ikisi de yeniden Anemas Zindanları’na gönderilir ve orada boğdurulurlar. Arap asıllı olduğu söylenen Anemas’ın adıyla anılan zindan 60 metre uzunluğunda, sağa ve sola 15’er metre genişliğinde. Hep ünlü kişilere “zindan” olmuş Anemas Zindanları’nda 6 imparatorun yaşamını yitirdiği söylenir. (2010 yılından sonra yapılan restorasyon çalışmaları sırasında buradan çok ilginç kalıntılar çıkarıldı.) 

Anemas Zindanları’ndan aşağıya doğru yürüyünce Leon Surları’na çıkıp Haliç’e şöyle bir tepeden bakıyoruz. Yitirilen güzelliklerden geriye kalanları anlattıklarımızla birleştirip eski Haliç’i gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz ve daha fazla çirkinleşmeye meydan vermemek için belki hâlâ geç değildir diye umut ediyoruz…

Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği BÜMED’in yayın organı 

 Boğaziçi Dergisi (Yaz 1993)   

LinkedIn
Share
Instagram