ADIM ADIM İSTANBUL GEZİLERİ
İstanbul’u kullanma kılavuzu 1/2005, Sagün Reklam, İstanbul 2005, s. 42-107.
İstanbul İÖ 5.000 yıllarından sonra değişik küçük yerleşimlere mekan olmuş, İÖ 7. yüzyıldan bu yana da gerçek anlamda sürekliliğini koruyan dünyanın sayılı kentlerinden. Yalnız Anadolu’da değil, tüm dünyada hakkında çok konuşulmuş, üzerine çok şey yazılmış. Kimi duygusal yaklaşmış, övmüş, kimi acımasızca eleştirmiş. Biri bir “taş”ı için koca “Acem mülkü”nü gözden çıkarmış, bir diğeri “dünyanın başkenti” diye nitelendirmiş. Ama kimse onu görmezlikten gelememiş. İstanbul öyle bir kent ki yaklaşık iki bin yedi yüz yıldır tüketilmeye çalışılıyor. Kurulmuş, yıkılmış, yeniden yapılmış, Roma ile boy ölçüştürülmüş, altın yaldızlı, görkemli binaları, kutsal nesneleri, çarşıları, hamamları, herkesin gözünü kamaştırmış. 18. yüzyıla kadar onunla boy ölçüşebilen bir kent yok dünyada. Avrupalılarca 1204 – 1261 yılları arasında yoğun biçimde talan edilmiş, depremlerle, daha da önemlisi yangınlarla, yıkımlarla görünüşü sürekli değişmiş. Ama hâlâ direniyor. Onlarca tahribata rağmen, büyük bir hoşgörüyle, coğrafyasını ve tarihini taşımaya devam ediyor. İstanbul iki ayrı dünyayı, Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan bir köprü. Eşsiz bir coğrafyaya ve benzersiz bir tarihe sahip. Pagan, Hıristiyan, Müslüman üç kültür bileşeninin potası. İnançlar, dinler, diller, ırklar, kültürler cümbüşü. Cami, kilise, sinagog yan yana. Ezan, çan, hazan birlikte. Dünyanın en zengin, en ilgi çekici uygarlıklar mozayiğine sahip şehrinde yaşıyoruz. Ancak her gün tarihsel bir yapısını ya da mekanını yitirdiğimiz, dokusu ve tarihsel canlılığı farklılaşan bu mozayiğin genellikle farkında bile değiliz. Türkiye’ye gelen turistlerin 2-3 gün içinde öğrendiği, tanıdığı mekanları biz içinde yaşamamıza rağmen bilmiyoruz, tanımıyoruz. Kenti tanımak, tanıyarak sevmek, şehri kafalarımızda yeniden kurgulamak… İstanbul’un kültürel mirasının etkin biçimde yaşanması, tarihsel ve doğal çevreye saygı yaratılması… Ağacı, çiçeği, suyu, havası, taşı ve toprağı ile İstanbul’u sevmek… İstanbul’a sahip çıkma bilincini körüklemek… İşte İstanbul’u “adım adım”, “köşe bucak” gezmek, böylesine olağanüstü bir kenti birlikte algılamak ihtiyacından doğuyor.
EMİNÖNÜ – KUMKAPI
Galata’nın son tarihi köprüsü geçirdiği yangın ertesinde Hasköy’e taşındı. Yeni köprüye İstanbullular alışmaya çalışıyor. Galata Köprüsü’nün Eminönü ayağındaki Eminönü Meydanı’na egemen olan yapı Yeni Cami‘dir . Cami çeşme, türbe, çarşı ve bugün var olmayan hastane, ilkmektep ve hamamdan oluşan külliyenin bir bölümü. Caminin yapımına ilkin 1598’de başlanmış. Ancak inşaata ara verildiğinde yanmış. Cami, Sultan IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultan adına 1663 yılında bitirilmiş. 2 minareli, bir büyük, dört yarım kubbelidir. Camiye gelir sağlaması amacıyla inşa edilen “L” biçimli çarşı Mısır Çarşısı olarak biliniyor. Bugün çiçekçilerin, kuşçuların bulunduğu Mısır Çarşısı avlusunun doğu ucunda bulunan türbe, türünün en ilginçlerinden. Türbenin önünden Bankacılar Caddesi’ne doğru gittiğimizde İş Bankası, Osmanlı Bankası binaları hoş binalardır. Köşede Yeni Cami Külliyesi’nden kalma Sebil bulunur. Aynı hizada karşı köşede Sultan II. Mahmud döneminde yaptırılan ve 1887’de yenilenen Hidayet Camii yer alır. Buradan Ankara Caddesi’ne çıktığımızda karşımıza Alman mimar Jachmund tarafından 1890’da yapılan Sirkeci Garı çıkar. Mimar Kemaleddin Caddesi’nde 1895 tarihli sütunlu pencerelerle dikkat çeken, ünlü Sansaryan Han yer alır. Mimarı, Bulgar Kilisesi’ni de projelendiren Ermeni mimar Hovsep Aznavor. Buradan daha önce gördüğümüz sebilden başlayan Hamidiye Caddesi’ne geliriz. Karşı köşede I. Abdülhamid’e ait olan külliyeden geriye kalan Abdülhamid Türbesi ve Medresesi bulunur. Külliyenin sebili Gülhane Parkı’nın karşısına taşınmış. Türbenin karşısında bugün otele dönüştürülen eski 4. Vakıf Han vardır. Abdülhamid Türbesi’nin yanında Vedat Bey Sokağı’ndan yürüdüğümüzde karşımıza Vedat Bey tarafından inşa edilen Büyük Postane Binası çıkar.
Ankara Caddesi yokuşunu çıkarken İstanbul Vilayet Binası hemen göze çarpar. Yanında Nallı (Bâb-ı Âli) Mescidi yer alır. Yola devam edersek sağda mimar Fossati Kardeşler’in yaptığı İran Başkonsolosluğu binası yer alır. Buradan Türk Ocağı Caddesi’ne girdiğimizde saçaklı, balkonlu girişi ile eskiden Düyûn-u Umûmiye binası olarak yapılan İstanbul (Erkek) Anadolu Lisesi‘ni ve az ilerde İttihat ve Terakki Partisi’nin Genel Merkezi olarak kullanılmış eski Cumhuriyet Gazetesi Arşivi Binasını görebiliriz. Tekrar geri dönersek Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan Caddesi’ne gidebiliriz. Burada yaklaşık 300 yıllık Cağaloğlu Hamamı bulunur. Soldaki Alay Köşkü Caddesi’nde köşede sebili ile birlikte 1745’de I. Mahmud’un Siyahi Kızlar Ağası için yaptırılan Beşir Ağa Camii‘ni görürüz. Buradan aşağıya doğru yürüdüğümüzde, Alemdar Caddesi üzerinde Gülhane Parkı’nın bir ucunda yer alan, Sultan II. Mahmud döneminde 1819’da yapılan Alay Köşkü karşımıza çıkar. Sultanların geçit törenlerini izlediği bu köşkün karşısında ünlü Bâb-ı Âli yer alır. Bu kapıdan Osmanlı döneminde Başvezir’in çalışma birimlerine girilirdi. Gülhane Parkı’nın girişinin karşısında Hamidiye Caddesi’nden taşınan Hamidiye Sebili, arkasında da Zeynep Sultan Camii bulunur. 1769’da padişah III. Ahmed’in kızı Zeynep Sultan için yapılan barok yapının değişik kubbesine dikkat çekelim. Yokuştan yukarı doğru yürüdüğümüzde Mimar Sinan tarafından 1559’da yapılan Cafer Ağa Medresesibulunur. Ayasofya Müzesi yanındaki sokaktan girilen medresede bugün “Uygulamalı Türk El Sanatları Merkezi” bulunuyor.
Daha yukarıda Yerebatan Caddesi’nin başında yer alan güzel bina bir zamanlar İttihat Terakki Partisi’nin önemli liderlerinden Talat Paşa’ya aitmiş. Karşıda Yerebatan Sarnıcı‘nın (Bazilika Sarnıcı) girişi bulunuyor. 532 yılında İustinianus tarafından yaptırılan zamanın en önemli su deposu işlevini gören 70×140 metre boyutlarındaki sarnıçta, çoğu süslü başlıklara sahip 336 sütun yer alıyor.
Yeniden Sultanahmet Meydanı’na döndüğümüzde, Divanyolu Caddesi üzerinde Firuz Ağa Camii‘ni görürüz. II. Bayezid’in Haznedarbaşı Firuz Ağa tarafından 1491’de yaptırılan cami, klasik Osmanlı camilerinden önceki dönemi yansıtan önemli bir yapı. Firuz Ağa Camii’nin karşısında, II. Mahmud’a karşı yapılan bir saldırıyı önleyen saray halayıklarından Cevriye Kalfa için yaptırılan ilkokul bugün Türk Edebiyatı Kütüphanesi olarak kullanılıyor.
Firuz Ağa Camii’nin arkasındaki parkta eski kalıntılar var. Bu kalıntılar eskiden Antiohos ve Lausos adlı iki zengin kişinin saray kalıntılarına ait. Adliye Sarayı’nın duvarına bitişik kalıntılar ise 4. yüzyılın başında şehit edilen Azize Euphemia’nın “martiryon”una ait.
Tekrar Divanyolu Caddesi’ne dönüp Klod Farer Sokak’tan içeriye girdiğimizde soldaki parkın altında ikinci büyük kapalı su sarnıcı olan Binbirdirek Sarnıcı‘nı görebiliriz. Sarnıçta adıyla çelişircesine 224 sütun vardır. Klod Farer’den aşağıya doğru yürüdüğümüzde Keçecizade Fuat Paşa Camii ve Türbesi‘ni görürüz. Buradan biraz daha aşağıya yürüyüp sağdan Su Terazisi Sokak’a girelim ve sağa dönelim. Yüksek duvarlı çok hoş avlulu bir camiye geliriz. Burası Mimar Sinan’ın 1571-72 yıllarında yaptığı Sokollu Mehmed Paşa Camii‘dir. Cami klasik İznik çinilerinin görülebileceği en önemli yerdir. Caminin diğer kapısından çıktığımızda solda Özbekler Tekkesi‘ne dikkat edelim. Şehit Mehmet Paşa Sokak’ta tam karşıda Çardaklı Hamam yer alır. Hamamın sağından döndüğümüzde Küçük Ayasofya Camii‘ne ulaşırız. 527 yılında Sergius ve Bakhus adlı azizler için sekizgen planlı olarak yaptırılan kilise sonradan camiye çevrilmiş.
Buradan denize doğru yürüyüp sola döndüğümüzde Bizans döneminde Porta Leonis (Aslanlı Kapı) olarak adlandırılan Çatladıkapı‘ya ulaşırız. Sarayburnu’na doğru ilerlediğimizde ise eski Bizans Sarayı Bukoleon’un kalıntıları bulunur. Tekrar geriye dönersek bir zamanlar liman olan Kadırga Limanı Meydanı’na geliriz. Denize yakın kısımda Cinci Meydanı vardır. Buralar 60-70 yıl öncesine kadar İstanbul’un bayram yeriymiş. Kadırga Meydanı’nın ilersinde solda güzel taraçasıyla 18. yy son döneminden kalma Esma Sultan Namazgâhı yer alır.
Kadırga Limanı Caddesi’nde 21 numarada altta dükkanları bulunan Rum Ortodoks Aya Kiryaki Kilisesi‘ni görürüz. Gerdanlık Sokak’ta ise 6-8 numaralarda bir başka büyük Rum Ortodoks Aya Elpida Kilisesi bulunur. Kumkapı’nın bu yöresinde 19. yüzyılın sonlarından, 20. yüzyılın başlarından kalma çok güzel kâgir binalar görebiliriz. Kadırga Limanı Caddesi’nin devamında yer alan Çifte Gelinler Caddesi’ne ilerleyelim. Nişanca Hamam Sokak’tan Şarapnel Sokak’a girdiğimizde Ermeni Patrikhanesi ve Meryem Ana (Surp Asdvadzadin) Kilisesi‘ni görebiliriz.
SULTANAHMET
Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin kalbi sayılan semtte birbirinden önemli yapılar bulunmakta. Bugün Sultanahmet (At) Meydanı olarak bilinen yer ya da Hipodrom, İÖ 196’da Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından yaptırılmış, Bizans döneminde geliştirilerek at yarışlarının, gösterilerin yapıldığı yer olarak büyük önem kazanmıştır. Hipodrom’un bir zamanlar gösterişli kapısının bulunduğu yerin yakınında bugün Alman Çeşmesi‘ni görüyoruz. Bu yapı 1898’de İstanbul’u ikinci kez ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in, II. Abdülhamid’e hediyesi. Hipodrom’un ortasında yer alan çok sayıdaki heykel ve anıttan bugünlere sadece Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Sütun gelebilmiştir.
Sütunların karşısında yer alan Kanuni Sultan Süleyman’ın başveziri İbrahim Paşa’nın sarayı şimdilerde Türk ve İslam Eserleri Müzesiolarak hizmet veriyor. Hipodrom’un orta yerinden Sultan Ahmed Camii‘ne girebiliriz. Cami içindeki mavi renkli İznik çinileri nedeniyle Batılılarca “Mavi Cami” olarak adlandırmış. Yapı 1609-1616 yılları arasında Mimar Sedefkar Mehmed Ağa tarafından yapılmış. Caminin yanından Ayasofya Müzesi’ne doğru çıkarken solda medrese binası ve Sultan Ahmed Türbesi, sağda ise Hünkâr Kasrı yer alır. Caminin arkasında ise Sultanahmet Arastası ve Bizans dönemi Büyük Saray’ın süslemelerinin yer aldığı Büyük Saray Mozaikleri Müzesi bulunuyor.
Arastadan geriye dönüp Kabasakal Caddesi’ne girdiğimizde sağda Kabasakal Medresesi ile restore edilerek otele dönüştürülen Yeşil Ev yer alır. Solda kalan yapı ise Hürrem Sultan için yaptırılan Haseki Sultan Hamamı‘dır . Yapı bugün halı, kilim satış yeri olarak kullanılıyor.
Ayasofya Meydanı Bizans döneminde İmparator Konstantin’in annesi Helena adına olarak adlandırılmış. Bu meydanın güneybatısından Divanyolu başlar. Yolun başlangıcındaki su terazisinin yanında küçük bir taş vardır. “Milion” olarak adlandırılan taş, Roma’ya kadar giden yolun başlangıcı, yani sıfır kilometreyi simgeler. Meydandaki Ayasofya Müzesi‘nden Topkapı Sarayı’na doğru yürüdüğümüzde Bâb-ı Hümayun Sokak’a geliriz. Sağda Osmanlı Saray Duvarları (Sur-u Sultanî) ve 1728 yılında yaptırılan III.Ahmed Çeşmesi görülür. Az ileride Topkapı Sarayı’nın birinci kapısı Bâb-ı Hümayun gelir. Kapının hemen sağında solda, eski Osmanlı evlerinin restore edilerek turizme kazandırıldığı Soğuk Çeşme Sokağı’nı gezebilirsiniz. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından restore edilen sokakta kurumun başkanı, İstanbul aşığı rahmetli Çelik Gülersoy tarafından ilk kent kitaplığı örneği olan İstanbul Kitaplığı‘nı da görmek mümkün. Bâb-ı Hümayun’dan içeri girildiğinde Ayasofya öncesinde en önemli kutsal merkez olan Aya İrini Kilisesi, bir Bizans sarnıcı, Samson Hastanesi kalıntıları ile Osmanlı Darphanesi yer alır.
İstanbul’un fethinden sonra hiçbir dönem camiye çevrilmeyen, farklı işlevler yüklenen Aya İrini Müzesi , bugün önemli konserlerin, sergilerin düzenlendiği çağdaş bir yapı durumunda. Darphane binası da aynı şekilde sergilere ev sahipliği yapmakta. Topkapı Sarayı’nın birinci avlusundan geçerek artık bir müze olarak gezilen Topkapı Sarayı‘nın orta kapısına ulaşırız.
Topkapı Sarayı içindeki Bağdat ve Mecidiye Köşkleri arasından Bizans deniz surları görülebilir. Yine buradan Gülhane Parkı içinde yer alan 15 metre yüksekliğindeki Got Sütunu‘nu, Sarayburnu ucunda Cumhuriyet’in İstanbul’daki ilk Türk anıtı olan Avusturyalı Kripple’in 1926 yapımı Atatürk Heykeli‘ni ve deniz kenarındaki 1643 yapısı Sepetçiler Kasrı‘nı görebiliriz. Topkapı Sarayı’ndan çıkıp aşağıya inen yolu takip ettiğimizde sağda müzeler bölümüne ulaşırız. Bu bölümde Eski Şark Eserleri Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Çinili Köşk yer alır. Türkiye’de müzeciliğin kurucusu Osman Hamdi Bey tarafından yaptırılan her iki müze de dünya çapında öneme sahip. Arkeoloji Müzesi’nden çıkıp aşağıya doğru yürüdüğümüzde çok geniş bir alana yayılan Gülhane Parkı’nın girişine ulaşırız.
DİVANYOLU
Yerebatan Sarnıcı’nın üst köşesinden başlayan Divanyolu Caddesi, Yeniçeriler ve Ordu caddeleri ile devam eder. Aksaray’da yol üçe ayrılır: Vatan Caddesi (Adnan Menderes Caddesi), Millet Caddesi (Turgut Özal Caddesi) ve Cerrahpaşa Caddesi. Şehzadebaşı’ndan ayrılıp Edirnekapı’ya varan diğer cadde ile birlikte bu yollar, Bizans döneminde de kullanılan yollardır. Bu yollar üzerinde Bizans döneminde şu önemli meydanlar, forumlar var olmuştur: Forum Constantinus (Çemberlitaş Meydanı), Forum Theodosius (Beyazıt Meydanı), Forum Bovis (Aksaray Meydanı), Forum Arkadius (Cerrahpaşa Meydanı).
Bu kez Divanyolu’nun Klod Farer Caddesi girişinden Beyazıt’a doğru gidelim. Karşı köşede bahçe duvarı ile çevreli II. Mahmud Türbesiyer alır. Burada Sultan Abdülaziz ile II. Abdülhamid başta olmak üzere çok sayıda önemli kişinin mezarı vardır. Biraz ilerde Köprülü Kütüphanesi, daha ilerde de Köprülü Mehmed Paşa’nın üstü açık türbesi ile camisi bulunur. Köprülü Külliyesi’nin karşısında işyerine çevrilmiş olan Çemberlitaş Hamamı yer alır. Hamamın arkasında bu külliyenin bir parçası olan Vezir Han vardır. Cadde kenarında semte adını veren sütun Çemberlitaş yer alır. 330 yılında kenti yeniden kuran İmparator Constantinus için dikilen sütunun üzerinde heykeli de bulunuyormuş. Sütunu geçtikten sonra göreceğimiz Atik Ali Paşa Camii, 1496 tarihi ile İstanbul’daki ilk camilerden olma özelliğini taşıyor.
Yeniçeriler Caddesi’nde sağda 16. yüzyıldan kalma Koca Sinan Paşa Külliyesi‘nin sebilini ve türbesini görebiliriz. Aynı sırada karşı köşede Çorlulu Ali Paşa Külliyesi yer alır. Onun karşısında ise Kara Mustafa Paşa Külliyesi bulunur. Bu külliyenin yanından Gedikpaşa Caddesi’ne gireriz. İkinci sokak içinde Fatih Sultan Mehmed’in son sadrazamı olan Gedik Ahmed Paşa tarafından 1470’li yıllarda yaptırılan çok hoş bir çifte hamam görürüz. Yeniden ana caddeye dönelim. Sağda Beyazıt Meydanı ve fetih sonrasının ilk büyük camisi olan 1501-1506 yıllarında yapılan Beyazıt Camii yer alır. Caminin büyük külliyesine ait olan imaretinde Devlet Kütüphanesi, sıbyan mektebinde Hakkı Tarık Us Kütüphanesi bulunuyor. Türbe ile cami arasında Sahaflar Çarşısı var. Devlet Kütüphanesi ile cami arasında açık hava kahvesi ile ünlü Çınaraltı bulunmakta. Beyazıt Meydanı’nın bir önemli yapısı da gösterişli girişiyle İstanbul Üniversitesi. Merkez bina 19. yüzyılda Harbiye Nezareti olarak yapılmış. İçerideki Beyazıt Kulesi ise 1828’de inşa edilmiş ve yangın kulesi olarak kullanılmış. Yeniden Yeniçeriler Caddesi’nin devamı olan Ordu Caddesi’ne çıktığımızda sağda Beyazıt Hamamı‘nı, ardından 18. yüzyıldan kalma Hasan Paşa Medresesi‘ni görebiliriz.
Beyazıt Hamamı’nın karşı sırasında cadde üzerinde Theodosius Forumu’ndan kalan parçaları ve 15. yüzyılda ilkin darphane olarak inşa edilen Simkeşhane ile 18. yy yapısı Hasan Paşa Hanı‘nı görürüz. Cadde üzerinde çok sevimli avlusu ve çinileriyle dikkat çeken Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi bulunur. Kütüphaneyi iki blok geçtikten sonra sola dönüp bu sokak sonundan sağa dönersek 10. yüzyılda sütunlarla yükseltilen bir sarayın yanına yapılan Myrelaion Kilisesi’nden dönüştürülen Bodrum Camii’ni görürüz. Yeniden caddeye döndüğümüzde, artık otel olarak hizmet veren, Mimar Kemaleddin Bey’in eseri olan bir dönemin sosyal konut örneği Tayyare Apartmanları’nı, diğer köşede ise 1759-1763 yılları arasında Mimar Tahir Ağa’nın eseri, Türk Baroğu’nun en yetkin örneklerinden Laleli Camii yer alır. Laleli Camii’nin arkasında yine Mimar Tahir Ağa eseri olan ve aykırı mimarisiyle dikkat çeken Taş Han (Çukur Çeşme Hanı) bulunur.
Yeniden Cağaloğlu Meydanı’na dönelim. Buradan Nur-u Osmaniye Caddesi’ne doğru yürüyelim. Karşımıza büyük kestane ağaçlarının süslediği çok güzel bir geçit avlu gelir. Bu avlunun çevresinde Nur-u Osmaniye Külliyesi yer alır. Cami, medrese, sebil, kütüphane ve türbeden oluşan külliyenin cami inşaatına 1748 yılında I. Mahmud döneminde başlanmış, 1755’de III. Osman döneminde tamamlanmış. Bu nedenle adını III. Osman’dan alan cami, Barok mimari örneği. Avlunun diğer kapısından çıktığımızda Kapalıçarşı‘nın Nur-u Osmaniye Kapısı ile karşılaşırız. Buradan Kapalıçarşı’nın kuyumcularla dolu Kalpakçılar Başı Caddesi’ne gireriz. Hemen sağda Kapalıçarşı’nın ikinci çekirdeğini oluşturan Sandal Bedesteni yer alır. Biraz ileride Kolancılar Sokak’tan sağa sapıldığında Kapalıçarşı’nın ilk çekirdeğini oluşturan Eski Çarşı ya da Cevahir Bedesteni bulunur.
Bizans döneminde de dükkanların bulunduğu yerde olan Kapalıçarşı, Ayasofya’ya gelir sağlamak üzere 1461’de Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmaya başlandı. Onu izleyen dönemlerde de sürekli büyütüldü. Ancak çok sık geçirdiği yangınlar nedeniyle sürekli yenilendi. Bugün yaklaşık 31 hektarlık bir alanı kaplayan Kapalıçarşı’da 4 bin 400 dolayında dükkan, binlerce han odası, atölye, çok sayıda çeşme, cami, mescit, şadırvan ve sebil bulunuyor.
Kapalıçarşı’yı gezdikten sonra yeniden Nur-u Osmaniye Kapısı’na dönelim. Solda kalan sokak üzerinde Çuhacı Han bulunur. III. Ahmed’in sadrazamlarından Damat İbrahim Paşa tarafından 18. yüzyılda yaptırılan bu han çevredeki en güzel hanlardan. Daha aşağıda Kaşıkçı, Halıcılar, Zincirli, İmam Ali, Kadı Kumrulu, Pastırmacı, Yaldızlı, Mercan Ali Paşa, Mercan Çukur hanları bulunur.
Yeniden Nur-u Osmaniye Camii avlusuna girip ilk girdiğimiz kapıdan Nur-u Osmaniye Caddesi’ne çıkalım ve sola dönelim. Biraz ilerde sağda Mahmut Paşa Külliyesi yer alır. Cami, hamam, kervansaray ve türbeden oluşan külliyeyi yaptıran ve bölgeye adını veren Mahmut Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in Hıristiyan asıllı bir sadrazamıdır. Cami 1463 yılında yapılmış. Cami avlusunda bulunan türbe ise mimarisi ve erken İznik çinileriyle benzersiz bir eser. Mahmut Paşa Camii avlusundan çıkıp sola, sonra sağa dönerek Mahmut Paşa Yokuşu’na girelim. Biraz ilerde İstanbul’un en eski hamamlarından olan Mahmut Paşa Külliyesi’nin bir parçası Mahmut Paşa Hamamı’nı görürüz. Hamamlar hep külliyelerin onarımı için gerekli finansmanı sağlayan yapılar olmuş. Buradan sağdaki Sultan Mektebi Sokak’tan aşağıya yürüyüp sola döndüğümüzde 1550 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan, türünün benzersiz örneklerinden Rüstem Paşa Medresesi bulunur.
Yeniden Mahmut Paşa Yokuşu’na dönersek, aşağıya doğru yürüdüğümüzde solda Kürkçü Han‘a ulaşırız. Bu da Mahmut Paşa tarafından yaptırılan İstanbul’un ilk hanlarından. Kürkçü Han’ı geçtikten sonra sola, Çakmakçılar Yokuşu’na döndüğümüzde İstanbul’un en büyük hanlarından olan Büyük Yeni Han’a ulaşırız. 1764’de dar ancak yaklaşık yüz metre uzunluğundaki bir avlu etrafında yaptırılan han, kentteki Barok hanların en güzeli. Büyük Yeni Han’ın hemen arkasında Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Küçük Yeni Han yer alır. Çakmakçılar Yokuşu üzerinde biraz daha ilerleyip sağa döndüğümüzde Valide Han ile karşılaşırız. Valide Kösem Sultan tarafından yaptırılan bu han, İstanbul’un en büyük ve belki de en güzel hanı.
Valide Han’dan çıkıp ara sokaklardan Uzun Çarşı Caddesi’ne girelim. Sağda Yavaşça Şahin Camii’ni görürüz. Fatih Sultan Mehmed’in kaptanı olan Yavaşça Şahin Paşa tarafından yaptırılan bu cami, 1950’de restore edilmiş. Bu caminin karşısındaki sokakta ise yine Fatih Sultan Mehmed’in paşalarından Sinan Ağa tarafından yaptırılan Samanveren Camii yer alır.
Uzun Çarşı Caddesi’ni sona kadar yürüdüğümüzde Fatih döneminden kalma Tahtakale Hamamı‘nı görürüz. Bu hamamın karşısında da Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı Rüstem Paşa için 1561’de yaptığı Rüstem Paşa Camii bulunur. Camiye gelir getirecek dükkanlar üzerinde yapılan sekizgen planlı bu cami, İznik çinilerinin en güzel örneklerine sahiptir. Caminin arkasında ise Balkapan Hanı bulunur.
KAPALIÇARŞI
Kapalıçarşı, Ayasofya’ya gelir sağlamak üzere Bizans döneminde de dükkanların bulunduğu yerde 1461’de Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmaya başlandı. Onu izleyen dönemlerde de sürekli büyütüldü. Ancak çok sık geçirdiği yangınlar nedeniyle sürekli yenilendi.
Eskiden yalnızca kumaş ticareti için yapılmış olan, daha sonra her çeşit kıymetli malın ticaretinin yapıldığı üzeri kapalı çarşılara Bedesten adı verilirdi. Kapalıçarşı’daki İç Bedesten ve Sandal Bedesteni, Fatih Devri Mimarisi’nin tipik özelliklerini taşımaktadır. Bedesten’de dünyanın her yanından gelen çeşitli kumaş, mücevher, altın, silah, kürk, halı ve daha pek çok kıymetli eşya toplanırdı. Buranın esnafı, aynı zamanda şehrin en zengin esnafı idi. Cuma günleri tatil yapılırdı. Bütün bu malları, son derece dürüst bekçiler muhafaza ederlerdi.
Fatih devrinde, Eski Bedesten’de 100’ü ayrı, 28’i dükkanlarla beraber olmak üzere “dolap” adı verilen kasalar bulunurdu. Dönemin zenginleri, tüccarları kıymetli eşya ve ziynetlerini ücret karşılığında burada saklarlardı. Buraya emanet edilen mallardan belli bir süre sonunda takipçisi çıkmayan ya da unutulmuş olanlar, devlet tarafından çeşitli kamu işlerinde kullanılırdı. Kapalıçarşı’da, zaman içerisinde çeşitli tamirler ve tadilatlar yapılmış, 1894’deki depremin ardından da bazı kısımları kaldırılarak küçültülmüştür.
1850’lerden sonra Avrupa’dan kumaş ithali, yerli imalata sekte vurmuş, yavaş yavaş İstanbul’da bankaların da açılmaları, Bedesten’in bu bir anlamdaki bankacılık işlevine de son vermiştir. Böylece Eski Bedesten, zamanla bugünkü mücevherat, halı, antika eşya satışı yapılan şeklini almıştır. Bugün yaklaşık 31 hektarlık bir alanı kaplayan Kapalıçarşı’da 4 bin 400 dolayında dükkan, binlerce han odası, atölye, çok sayıda çeşme, cami, mescit, şadırvan ve sebil bulunuyor.
İç Bedesten’de eski haritalar, antikalar, mücevherler, minyatürler, eski halı ve kilimler bulabilirsiniz. Kapalıçarşı’da dükkanların dışında ünlü Şark Kahvesi ve Havuzlu Lokanta da görülmeye değer yerlerden.
SÜLEYMANİYE – VEFA
Beyazıt Meydanı’ndaki Devlet Kütüphanesi’nin yanındaki Bakırcılar Caddesi’ne girip sola dönerek Fuat Paşa Caddesi’nde yürüyüp sola döndüğümüzde İstanbul’un en önemli yapılar topluluğu olan Süleymaniye‘ye geliriz. Süleymaniye Külliyesi Mimar Sinan tarafından 1550-57 yılları arasında İstanbul’un en göze çarpan tepelerinden birinin üzerine inşa edilmiş. Külliye hastane, imaret, tıp medresesi, sıbyan mektebi, cami, Kanuni ve Hürrem Sultan türbeleri, Evvel, Sami, Salis, Rabi medreseleri, Dar-ül-Hadis ve hamamdan oluşuyor. Külliye dışında ayrıca Mimar Sinan’ın mütevazi türbesi yer alıyor. Bugün bazı bölümlerine farklı işlevler yüklenen bu yapılar topluluğu Osmanlı’nın “Altın Çağı”nı yansıtıyor. Ancak cami başlı başına bir mimari mükemmellik örneği. Mimar Sinan, Süleymaniye’yi “Kalfalık” döneminin ürünü olarak nitelendirir. Süleymaniye Camii karşısındaki Süleymaniye Caddesi boyunca yürüyelim. Valens (Bozdoğan) Su Kemeri kalıntılarının bittiği yerde Bizans dönemindeki bir kiliseden dönüştürülen Kalenderhane Camii bulunur. Buradan Şehzadebaşı Caddesi’ne doğru yürüdüğümüzde karşı köşede bugün İstanbul Üniversitesi’nin kullanımında olan Kuyucu Murat Paşa Medresesi yer alır. 1606 yılında yapılan medrese oldukça sevimli bir yapıdır. Sağ köşede ise sebili ile Barok bir yapı olan Damat İbrahim Paşa Dar-ül-Hadis‘i bulunur.
Cadde üzerinde daha ilerde Şehzade Camii ve külliyesi yer alır. Cami, Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman’ın 1543’te ölen oğlu Şehzade Mehmed için 1548’de yapılmış. Sinan bu camiyi de “Çıraklık” döneminin ürünü olarak niteler. Cami avlusunda çok sayıda türbe bulunuyor. Ancak bunlardan Şehzade Mehmed’in türbesi gerek çinileri, gerekse değişik mimarisi açısından İstanbul’un en ilginç türbesi. Külliyenin kervansarayı bitişiğindeki Vefa Lisesi’nin laboratuar binası olarak kullanılıyor. Külliye’nin ilkokulu ve imareti, köşesinde Damat İbrahim Paşa Medresesi’nin bulunduğu Dede Efendi Caddesi üzerinde.
Şehzade Camii’nin Atatürk Bulvarı tarafındaki meydanda Burmalı Mescit Camii bulunur. 16. yy ortasında Mısır Kadısı Emin Nurettin Osman Efendi tarafından yaptırılan camide Bizans yorumlu Korint başlıklarına sahip sütunlar kullanılmış. Ama daha ilginci İstanbul’da bir benzeri olmayan burmalı minaresi. Buradan İmparator Valens’in 375 yılında kentin su şebekesinin bir parçası olarak yaptırdığı Valens Su Kemeri’nin (Bozdoğan) altından geçip, Reşat Nuri Tiyatrosu’ndan sonra sağa dönelim ve sağ sıradaki 18. yy yapısı Recai Mehmet Efendi Mektebi’ni geçip Vefa Caddesi’ne girmezden önce biraz ilerideki 17. yy başında yaptırılan Deftardar Ekmekçizade Ahmet Medresesi’ne göz atalım.
Yeniden geriye dönüp Vefa Caddesi’ne girelim. Buradaki tarihi Vefa Bozacısı’ndan sonra Kovacılar Mescidi’ni, ardından semte adını veren Şeyh Vefa’nın Türbesi’ni görürüz.
Biraz daha ilerde ise İstanbul’da türünün en önemli binası olan Atıf Efendi Kütüphanesi yer alır. 1742’de Barok stilde yapılan kütüphane, yapının personelinin oturması için inşa edilen evleriyle son derece ilginç. Kütüphanenin karşısındaki Tirendoz Sokak’a girdiğimizde ise Kilise Camii ile karşılaşırız. Ayios Theodoros adlı Bizanslılar’dan kalma kilise sonradan camiye çevrilmiş.
Bulvardan Atatürk Köprüsü’ne doğru yürürken sağımızda Şebsefa Hatun Camii‘ni görürüz. I. Abdülhamid’in haremindeki kadınlardan biri olan Fatma Şebsefa için 1787’de yaptırılan bu cami, Barok stilde. Atatürk Bulvarı’ndan aşağıya doğru yürüyüp sağa döndüğümüzde sırasıyla artık özgün yapılarından çok az öğe içeren Sağrıcılar (Yavuz Ersinan), Kazancılar (Üç Mihraplı) camileri ile Kantarcılar Mescidi’ni görürüz. Bu üç yapı da Fatih döneminden kalmadır.
Biraz daha ileride deniz kıyısında kendisi küçük, konu olduğu söylence büyük Ahi Çelebi Camii‘ne ulaşırız. Ünlü gezgin Evliya Çelebi 1630 yılında gördüğü bir rüyada kendini, 1523’te ölen Fatih’in saray doktorlarından Ahi Çelebi İbn-i Kemal için yaptırılan bu camide görür. Rüyasında camide evliyalardan sonra Hz. Muhammed’i görünce korkuyla “şefaat ya Resûllullah” diyeceğine “seyahat ya Resûllullah” der ve sonra ünlü bir gezgin olur. Bu caminin arkasında Marmara Belediyeler Birliği’ne ev sahipliği yapan bir bina vardır. Bu binanın bitişiğinde sarhoşların koruyucusu, piri kabul edilen Bekri Mustafa’ya ait olduğu söylenen mezar bulunur.
Bu binanın yanında bugün turistik eşya mağazalarının ve bir çatı katı lokantasının bulunduğu binaya bitişik yerde Baba Cafer Kulesi bulunur. Harun el Reşid’in elçisi olarak İstanbul’a gönderilen Baba Cafer, Bizanslılarca buraya hapsedilmiş ve burada ölmüş. Fetihten sonra mezarı bulunmuş. Ama kule zindan olarak kullanılmaya devam etmiş. Bu nedenle buradaki deniz surları kapısı Zindankapı olarak adlandırılmış.
SÜLEYMANİYE CAMİİ
Külliye içinde merkezî bir konuma sahip olan cami aynı zamanda İstanbul’un silüetinde de çok önemli bir yer tutar. Osmanlı İmparatorluğu’nda en uzun hüküm sürmüş sultanlardan Kanunî Sultan Süleyman bu yapının Eski Saray’ın bahçesinin bir bölümünde yer almasını uygun görmüş. Camiyi külliyeden demirli pencereleri olan bir duvar ayırır. Büyük bahçenin tam ortasında yer alan yapıya avludan ve yanlardan girilir. Marmara mermerinden döşenmiş olan avluda aralarda gözüken eflatun renkli bloklar ve giriş akslarındaki sütunlar, çeşitli Bizans yapılarından alınmış. Caminin dört minaresi diğer camilerden farklı bir biçimde avlunun dört köşesine yerleştirilmiş. Minare ve şerefelerin dört ve on olan sayıları Kanunî’nin fetihten sonra dördüncü, Osmanlı Hanedanı’nın da onuncu sultanı oluşunu simgelediği söylenir. Avlunun ortasındaki şadırvanın sadece estetik bir görevi vardır, oradan su alınmaz, abdest muslukları da zaten caminin dış yan duvarlarına yerleştirilmiştir. Süleymaniye Camii plan olarak büyük kubbeyi destekleyen iki yarım kubbesiyle Ayasofya’yı hatırlatsa da, iç mekan kurgusu açısından epeyce farklıdır. İki yapının yapımı arasından bin yıldan fazla zaman geçmiş olması nedeniyle mimarlık ve mühendislik bilgileri gelişmiş, yapının duvarları ve destekleme sistemleri de Ayasofya’ya göre çok daha zarif yapılmış.
Cami dışarıdan iki biçimde algılanmak üzere tasarlanmış. Uzaktan bakıldığında kubbenin heybeti kentin siluetine hakimken, yanına gelindiğinde yapının boyutları aynı etkiyi yaratmıyor. Bunun nedeni de yapının yan taraflarına yerleştirilen balkonlu galeriler. Böylece yapıya yaklaşan biri onunla ilişki kurabilmekte. İnsan yapıya girdiği zaman iç mekanın ululuğu tarafından çok etkileniyor. Süslemenin çok kısıtlı tutulması iç mekana huzurlu bir atmosfer vermekle birlikte, yapının ağırbaşlılığının altını çiziyor. Kubbeden aşağılara kadar sarkan kandiller ve yapının tümüne açılmış olan alt kat pencereleri iç mekana ayrı bir özellik katıyor. Kubbedeki kalem işlerinin dışında mihrap duvarında renkli pencerelerle uyum içinde olan çiniler bulunuyor. Mihrap üstündeki madalyonda Fetih Suresi yazılmışken, kubbede de Nûr Suresi yer alıyor. Kubbedeki bezemeler 18. yy’daki tamire ait. Caminin ilginç bir özelliği de, yapı içinde isin birikmesini önleyen ve girişin üzerinde yerleştirilen is odası. Kanunî için özel olarak yapılan mahfil bölmesi mihrabın solundaki galeride yer alır. Diğer ikinci kat galerilerini de kadınların kullandığı kabul edilir. Caminin içi ne kadar sade ise, Kanunî’nin türbesi de o kadar süslüdür. Mihrap nişinin hemen arkasında, hazirede yer alan mezar yapısı eşi Hürrem Sultan’ın türbesi gibi çok yoğun olarak dönemin İznik çinileriyle bezenmiş.
ZEYREK – FATİH
Zeyrek semti 19. yüzyılın ilk yarısında yapılan ahşap sıra evlerine sahip, bu nedenle tarihi Osmanlı sokak dokusunu hâlâ koruyan bir semt. “Serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş bilmez” deyişini yaratan kıvrımlı dar sokakları, dik yokuşları, hatta merdivenli iniş-çıkışları ile ünlüdür. Zeyrek’in en önemli tarihi binası eski Pantokrator Manastırı‘ndan kalma yan yana duran üç kilise. Ortadaki Başmelek Mikail’e adanan mezar şapeli bugün Zeyrek Kilisesi Camii adıyla hizmet veriyor. Kiliselerin yanındaki mekan ise restore edildi ve Zeyrekhane adıyla hoş bir lokantaya çevrildi.
Biraz daha arkalarda Haydar Sokağı civarında müthiş bir Haliç manzarasına sahip bugün Eski İmaret Camii olarak bilinen sevimli bir eski Bizans kilisesi yer alır. 11. yüzyıl sonunda Pantepoptes Manastırı adıyla inşa edilen Kızlar Manastırı’nın günümüze ulaşılabilen yüksek kasnak üzerindeki kiremit kaplı kubbesi son derece ilginç. Bu yapının da ardında ünlü sufi ve tarihçi Âşık Paşazade’nin dedesi sûfi ve şair Âşık Paşa için 15. yüzyılın ikinci yarısında yaptırdığı Âşık Paşazade Külliyesi‘nden kalan mescit ve türbeler bulunur.
Atatürk Bulvarı üzerinde Valens Su Kemerine doğru yürürsek İstanbul’daki bağımsız medreselerin en büyüklerinden olan Gazanfer Ağa Medresesi‘ni görürüz. Macar asıllı Akağalar Paşası Hadım Gazanfer Ağa için 16. yüzyıl sonunda yaptırılan türbe ve sebili de içeren yapı, bugün Karikatür ve Mizah Müzesi. Buradan Fevzipaşa Caddesi’ne doğru döndüğümüzde sağımızda Fatih Sultan Mehmed Heykeli ile Tayyare Şehitleri Anıtı, İtfaiye Müzesi, I. Ulusal Mimarlık Akımı eseri Fatih Belediye Binası yer alır.
Fevzipaşa Caddesi üzerindeki en önemli yapı Fatih Külliyesi. Sultan II. Mehmed Konstantinopolis’i fethettikten sonra Havariyun Kilisesi’nin bulunduğu alana vakıf yaklaşımı içinde kendi külliyesini yaptırır. Bu külliye ile çevrede ilk Osmanlı kent çekirdeğini tasarlar. 1463-70 yıllarında tamamlanan külliye cami, hazine, türbe, kütüphane, medreseler, sıbyan mektebi, hastane, aşevi ile gelir getirecek kervansaray, çarşı (arasta) ve hamam içeriyordu. Yıllık geliri 32 bin altın idi ve aşevinde günde 3.300 ekmek dağıtılıyordu. Külliyenin camii ne yazık ki özgün değil. İlk cami 1766 depreminde yıkılınca yerine 1771’de bir tam, dört yarım kubbe planlı bugünkü cami yapıldı. Camiyi Ayasofya ile kıyaslayıp beğenmeyen Sultan II. Mehmed ile mimar Atik Sinan arasında sorun yaşanmış, padişah mimarın ellerini kestirmiş. Mimar da padişahı dava etmiş. Kadı kısas ilkesine göre padişahın ellerinin kesilmesi kararını verince, mimarla ömür boyu maaş üzerinde uzlaşma sağlanmış.
Türk İnşaat Eserleri Müzesi’ne mekan olan Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi, Abdüllatif Suphi Paşa Konağı (Tıp Tarihi Enstitüsü), Kıztaşı, Sofular Tekkesi, Fenari İsa Kilise Camii (eski Konstantinos Lips Kilisesi), çinili cephesiyle dikkat çeken Dar-ül Muallimat, Atik Ali Paşa Camii, Mimar Sinan yapısı olan Semiz Ali Paşa Medresesi, Nişancı Mehmet Paşa Camii, Mesih Mehmet Paşa Camii, Hırka-i Şerif Camii Fatih semtinin diğer önemli yapıları. Kıztaşı’nın bir arka sokağında bulunan Uğur Lokantası şehirdeki esnaf lokantalarının en iyilerinden.
Fatih Camii’nden Yavuzselim semtine doğru yürürsek Yavuz Selim Caddesi sonunda Bizans döneminde adı Aspar Sarnıcı olan ancak günümüzde oyun sahası haline getirilen Çukur Bostan’a varırız. Bostanın yanında İstanbul’un beşinci tepesini taçlandıran Yavuz Selim Camii bulunur. Doğrudan kare planlı mekana oturan basık kubbesi, tabhaneleri ile çok ilginç olan cami eşsiz manzarası ile çok çekici. Caminin yanında Yavuz Sultan Selim, dört padişah babası Sultan Abdülmecid ve şehzadeler türbesi bulunuyor.
Yavuz Selim Camii’nden Çarşamba’ya doğru yürüdüğümüzde son derece sevimli bir yapı olan Murat Molla Kütüphanesi, Aya Yorgi Potira (Hagios Georgios Poteras) Kilisesi, Hırami Ahmet Paşa Camii (eski Ayios Ioannis Kilisesi) gibi yapılar görürüz.
Ancak bölgenin en önemli binası bugün bir bölümü Fethiye Camii olarak kullanılan Pammakaristos Manastırı Kilisesi‘dir. 13. ve 14. yüzyıl yapılarından artakalan ve bugün müze olan ikinci şapel, şehirdeki Kariye ve Ayasofya müzelerinden sonra fresko ve mozaikleriyle ünlü üçüncü Bizans yapısı.
BAKIRKÖY – YEŞİLKÖY
Roma İmparatorluğu döneminde imparatorluğun Avrupa bölümünü Bizantion’a bağlayan “Via Egnatia” üzerinde bulunan Bakırköy, Roma döneminde Hebdemon olarak anılırdı. Kelime anlamı “yedinci” olup yeri kent surlarından itibaren yedinci mile rastlıyordu. I. Constantinus döneminde gösterişli konakları, yazlık sarayları, av köşkleri ve kiliseleri ile kentin en gözde semtlerinden biriymiş. 1960 öncesi yapılan bazı kazılarda bu dönemden kalma en eski kiliselerden biri olan Ayios İoannes’in kalıntılarına rastlanmış. Aslında burası kente gelen önemli konukların, askeri birliklerin ilk karşılandığı ve yolcu edildiği yermiş.
Bizans döneminde ise bazı kaynaklara göre “Makro Hori” (Uzun Köy) bazı kaynaklara göre de “Makri Hori” (Uzak Köy) olarak adlandırılmış. 1925’te yer adlarının Türkçeleştirilmesi sırasında Bakırköy adını almış. Bakırköy, Bizans’ın ilk dönemlerinde bahçeler, hamamlar, köşkler ve havuzlarla bezenmiş. Arada sırada Avarlar, Bulgarlar gibi bazı toplulukların saldırısına uğrasa da ününü sürdürmeyi başarmış. Ancak 13. yüzyıl Latin istilasından kendini kurtaramamış ve semtin neredeyse tamamı bu saldırı sırasında yakılmış, yıkılmış ve yağmalanmış. Osmanlı’nın burayı hanlar, hamamlar, konaklar, camiler ile bezemeye başlaması 17. yüzyıla tarihleniyor. Bundan sonra bölge iskana açılmış ve günümüze dek hızla gelişmiş. Yakın bir zamana kadar burada Rum, Ermeni, Yahudi ve Müslüman nüfus bir arada sorunsuz yaşıyor, kendi geleneksel yapılarını koruyorlardı. Bölgeye ilk gelen halk Rum halkıymış. 18. yüzyılda tek tük gelen Rumları daha sonra 19. yüzyılda Ermeniler izlemiş. II. Mahmud döneminde bugünkü Ataköy’ün bulunduğu bölgeye bir baruthane kurulmuş, Ermeniler de bu bölgeye yerleştirilmiş. 1850’li yıllarda bugünkü Yenimahalle’de Basmahane ve Bakırköy Bez Fabrikası (1930’lu yıllarda Sümerbank) kurulmuş. 1870’li yıllarda Fransızlar’ın yaptığı demiryolunun Bakırköy’den geçmesiyle taşra konumunu yitirmiş, hızla artan nüfusu ile birlikte çok zengin Osmanlı ailelerinin de gözde semti olmuş; yeniden yalılar, köşkler, konaklar ile bezenmiş.
1940’lara gelindiğinde ise Bakırköy bu ihtişamını yitirmeye başlamış. İlk olarak 1922’de semti toplu olarak terk eden Rumlardan sonra Ermeni nüfus da azalmaya başlamış. Bu değişik toplulukların bir arada yaşamasıyla canlanan semt hayatı sönmeye başlamış.
Tarihsel gelişiminin bir uzantısı olarak, çok inançlı ve çok kültürlü kimliğini koruyan Bakırköy’ün günümüzde en canlı yeri İstanbul’da at yarışlarının hâlâ gerçekleştirildiği tek alan olan Veliefendi Hipodromu. Bakırköy’ün günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış en eski yapılarından bir tanesi Dantelacı Sokağı’nın İstanbul Caddesi’ne açılan köşesinde bulunan Çarşı Camii‘dir (Kartaltepe Camii).
Bakırköy’ün bir diğer eski yapısı, 19. yüzyıl ortalarına tarihlenen Surp Asdvadzadzin Kilisesi‘dir. Bakırköy’ün diğer eski ve özgün yapıları arasında Ayios Yeoryios Rum Ortodoks Kilisesi ve Rum Mezarlığı’nın içinde yer alan Analipsis Kilisesi bulunur.
Zuhurat Baba Türbesi, tarihten bugüne mistik bir ziyaret yeri olarak ünlenmiş. Osmanlı döneminde burayı ziyaret edenler bir nikel parayı, evliyanın içinde demir cevheri bulunan mezar taşına bastırırlar, eğer madeni para taşa yapışırsa niyetlerinin olacağına inanırlarmış.
Bakırköy’ün Bizans döneminden günümüze kadar yaşamış olan en önemli yerlerinden biri de Fildamı‘dır. Burası kıyıdan yaklaşık 1.500 m kadar içeride yer alan erken Bizans dönemine ait üstü açık çok büyük bir su sarnıcı. Uzunluğu 127 m, genişliği ise 76 m olan bu haznenin bugünkü derinliği 11 m’dir. Ancak özgün derinliğinin daha da fazla olduğu düşünülmekte. Osmanlı döneminde içinde filler barındırıldığı için bu adla anılmaktadır. Hazne toprak üstünde olduğu için taş ve tuğladan yapılma duvarları belirgindir. Duvarlarının kalınlığı 4 m. olan Fildamı, kent surlarının dışında yer alan su haznelerinin tek örneğidir.
Bakırköy’ün bir başka önemli yapısı da Zuhurat Baba Mahallesi’ndeki Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi‘dir. Hastanenin ana binası 1914 yılında Sultan Reşad tarafından Reşadiye Kışlası olarak yaptırılmış.
1864 yılında Paris’ten getirtilen şehircilik uzmanı Kont Alleon yaşamak için kentin bu sakin ve renkli semtini seçmiş ve bugünkü Taş Mektep’in bulunduğu arsayı satın alarak büyük bir köşk yaptırmış. Hemen yanındaki Taş Köprü gibi Marsilya’dan getirtilen kiremit ve tuğlalardan yaptırılan köşk halen tüm görkemi ile Bakırköy Merkez İlkokulu olarak ayakta.
Bakırköy’ün önemli binalarını anarken, Ataköy Mahallesi sınırları içinde yer alan eski Baruthane’nin restore edilerek Yunus Emre Kültür Merkezi adı altında bir kültür kurumuna dönüştürüldüğünü de unutmamak gerekir.
İstanbul’un Marmara Denizi kıyısında kurulmuş olan Yeşiköy’ün sınırlarını kuzeyde Atatürk Hava Limanı, güneyde Marmara Denizi, doğuda Yeşilyurt ve batıda Florya çiziyor. Havacılık Müzesi de burada bulunuyor. Yeşilköy küçük bir koy olan Yeşilköy Koyu’nun kıyı şeridi üzerinde kurulmuş, zaman içinde batıya ve doğuya doğru ızgara planlı bir düzen içinde genişlemiş. Yeşilköy’ün ilk adı Ayastefanos‘tur. Bu adı, burada adına kilise kurulmuş olan Ayios Stefanos’tan almış, daha sonra halk dilinde Ayastefanos’a dönüşmüş. Bu kilise günümüzde artık yaşamıyor. Semtin adı 1930’da Yeşilköy olarak değiştirilmiş.
Osmanlı döneminde ufak bir Rum yerleşim yeri olan Yeşilköy yazlık konutların bulunduğu, denize açılan bahçelerle örtülü bir köymüş. 16. yüzyıldan itibaren Yeşilköy gelişmeye başlamış, özellikle çok büyük bahçeleri ve mesire yerleri ile ünlenmiş. 17. yüzyılın başlarında batıdan gelen gemilere ufak çaplı liman hizmeti de veren Ayastefanos 19. yüzyıldan itibaren gelişmeye ve canlanmaya başlamış. Tren istasyonunun kurulması ve vapur seferlerinin başlaması da bu döneme rastlar.
3 Mart 1878’de Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Osmanlı’nın yenilgisini belgeleyen ve Osmanlı için çok ağır şartlar taşıyan Ayastefanos Antlaşması burada imzalanmıştır. Yine bu savaşta ölenlerin anısına dikilen Ayastefanos Rus Anıtı ise 1914 yılında tahrip edilir.
Günümüzde Yeşilköy’ün iskeletini oluşturan İstasyon Caddesi ile İskele Meydanı çevresinde 19. yüzyıldan kalan Barok ve Art-Nouveau çizgiler taşıyan eski evler, sayıları çok azalmış olsa da halen tek tük görülebiliyor. Ancak bu sokaklarda eski-yeni çatışması ön plana çıkmış, özellikle İskele Meydanı çevresini yeni yapılar ele geçirmiş olsa da Çardaklı, Kalemtaş, Yeşilköy Fırını, Kelamkâr, Çamözü, Mirasyedi ve İncir Çiçeği sokakları eski evleri ile özgün dokusunu korumayı başarmış.
Mecidiye Camii, Yeşilköy’ün tarihten günümüze kalan yapılarından bir tanesi. Gazi Evrenos Caddesi ile Mühendis Ziya Sokağı’nın kesiştiği köşede bulunan cami 1909’da V. Mehmed’in emriyle Mimar Kemaleddin’in I. Ulusal Mimarlık Akımı tasarımına göre başlanmış, ancak Cumhuriyet döneminde bitirilebilmiştir.
Yeşilköy Burnu’nda İstanbul’un en eski taş fenerlerinden biri olan Yeşilköy Feneri (Ayastefanos Feneri) bulunuyor. Fener, Sultan Abdülmecid tarafından Fransız mühendislere yaptırılmış. Yapımı 1856’ya tarihlenen fenerin yüksekliği 23 m.
HALİÇ – EYÜP
Haliç, yüzyıllar boyunca İstanbul’un aranılan, seçkin bir semti olmuş. Hali vakti yerinde olanlar, Haliç kıyılarında ve sırtlarında oturmayı tercih etmişler. Deniz kıyısı ama sakin bir kıyı; havadar ama rüzgara karşı korunaklı bir bölge olması tercih sebeplerinin arasında yer alıyor. Gemilerin kıçtan, doğrudan karaya yanaşabildikleri bir liman olması nedeniyle de ticaret oldukça hareketli bir yer yapmış Haliç’i. Bu hareketliliğe çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar topluluğu da eklenince zengin bir mozaik çıkmış ortaya. Özellikle Bizans döneminde şehrin Rum Ortodoks topluluğunun yanı sıra, Yahudi azınlığı olan Karaimler, Bizans imparatorlarının izniyle İstanbul’da koloni kuran Akdeniz’in tüccar ve denizci şehir devletlerinin temsilcileri de Haliç kıyılarına yerleşmişler. İstanbul’un fethinden sonra şehir nüfusunda köklü değişiklikler olmuş. Her şeyden önce Müslüman-Türk ahali yerleşmeye başlamış. Zengin Türkler, Haliç sırtlarında bugün tek tük görebildiğiniz konakları yaptırmışlar. Gezimize Cibali’den başlıyoruz. Cibali Müslüman nüfusu daha fazla olan bir semt. Hemen cadde üzerinde Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülüyor. Kilisenin en belirgin özelliği bir avlu içinde, kilise kapısının hemen üzerinde asılı duran kristallerle süslü bir gemi maketi. Aya Nikola’nın balıkçıların, denizcilerin koruyucusu olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Cibali’nin en göze çarpan yapısı, bugünkü adıyla Gül Camii, eski Bizans kilisesi, Aya Teodosiya. Türkler zamanında epey tamir gören bu görkemli yapının 9. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Mimari planı “Bizans Haçı” diye tanımlanan tipe uygun. Aya Teodosya Kilisesi (Gül Camii), Ayasofya’dan sonra en büyük kiliselerden biri olma özelliğini de taşıyor. Dışarıdan oldukça görkemli ve iyi bir yapı izlenimi veren caminin içine girince bu görkemin boşa olmadığını anlıyorsunuz. Üç apsisli yapının içinde, üst katta bir de mezar var. İsa’nın havarilerinden birinin burada yattığı rivayet olunuyor. Bir başka söylenceye göre de, son Bizans imparatoru burada yatıyormuş ama bunlar kanıtlanamayan söylenceler.
Gül Camii’nin karşısında II. Bayezid’in vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa’nın yaptırdığı hamam dikkatinizi çekebilir. 1512 öncesinde yapılan yapı, son zamanlara kadar kullanılan en eski hamam olma özelliğine sahip.
Yolumuza Fener’e doğru devam ediyoruz. Yokuş yukarı çıkarken köşede bugün müze olarak restore edilen Dimitri Kantemir’in Evivar. Dimitri Kantemir, 18. yüzyıl başı Eflak Voyvodalarından kültürlü, 7-8 yabancı dil bilen, zengin bir kişi. Siyasetçiliğinden çok Klasik Türk Müziği’ne yaptığı katkılardan dolayı bizim için önemli. Klasik Türk Müziği üzerine en eski ciddi kitaplardan birini yazmış ve yaklaşık 300’den fazla şarkıyı notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamış. Merdivenli yokuştan yukarı doğru çıktıktan sonra sola dönünce duvarları kırmızı aşı boyalı
“Moğolların Meryem’i” (Muhliotissa) veya ‘Meryem Ana Kilisesi’ni görüyoruz. İstanbul’un fethinden bugüne dek camiye çevrilmeden ayin yapılan tek kilise. Bu da içerdeki Fatih Sultan Mehmed’in özel fermanıyla sağlanabilmiş. “Moğolların Meryem’i” adına gelince, masalı andıran ilginç bir öyküsü var. Bizans İmparatoru Mihail Paleologos, kızı Prenses Maria’yı Moğol İmparatoru Hülagû Han ile evlendirmeye karar verir. Kızını bir kervanla İran’a gönderir. O zamanın şartlarında yolculuk kaç gün sürdü bilinmez ama Prenses Moğol sarayına vardığında Hülagû Han’ın ölüm haberini alır. Saraydakiler, bunca yolu boşuna gelmiş olmasın diye Prensesi Hülagû’nun oğlu Abaka Han ile evlendirirler. Maria, Abaka Han’ı Hıristiyan yapar ve 15 yıl evli kalırlar. Abaka Han kardeşi Ahmet tarafından öldürülünce, saray onu yeniden evlendirmeye kalkar ama bu kadar Moğol yaşantısı yeter diyen Maria geriye yurduna döner; bir manastıra kapanır ve bu kiliseyi yaptırır. Kilise, “yonca” diye bilinen mimari plana uygun olarak yapılan iki kiliseden biri (ikincisi Heybeliada’da). Ancak geçirdiği onarımlar nedeniyle yonca planı epey bozulmuş. Özellikle içine girdiğinizde bu bozulmadan dolayı göze çarpan simetrisizlik herkesi şaşırtıyor. İçerde içbükey ikonlar yer alıyor.
Moğolların Meryem’i Kilesi’nden çıktığımızda, Fener’in belki de Haliç’in en olağanüstü, en inanılmaz, en masal şatosunu anımsatan yapısıyla karşılaşıyorsunuz: Fener Rum Lisesi. Fetihten sonraki gelişmelerde, dindışı eğitim burada kalırken, dini eğitim Heybeliada’ya taşınmıştı. Lise, ilk laik okul olma özelliğini de taşıyor. Mimarı Dimadis olan okul 1881 yılında yapılmış. Bu fantastik yapıyı mimari açıdan biraz Endülüs, biraz Bizans karışımı, Bizantino-Morik olarak adlandırabiliriz.
Sadrazam Ali Paşa Caddesi üzerinde yer alan Patrikhane, özellikle Fener Lisesi’nden sonra oldukça sade geliyor insana. Patrikhane, İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Çarşamba’daki Pammakaristos Kilisesi’ne -Fethiye Camii- yerleşmiş. 1586’dan sonra da Fener’deki bazı kiliseleri dolaşmış. 1601 yılında şimdiki yerine gelmiş. Patrikhane’nin 1941’de yanan yönetim binası restore edilerek 1989’da yeniden kullanıma açıldı. Patrikhane’ye yakınlığı nedeniyle resmi kilisesi olan Aya Yorgi’nin içinde tarihi ve dini açıdan oldukça değerli eşyalar bulunuyor. Bunlardan biri fetih sırasında patrik olan Gennadius’tan kaldığı varsayılan sedef kakmalı patrik koltuğu. Sedef işlemeli sehpa, altın yaldızlı ve taşınabilir Meryem Ana tablosu, birçok güzel ikon kilisenin içinde yer alıyor. Ayrıca içerde üç azizin gömütü var. Patrikhane’ye yan kapıdan giriliyor. 1821’de patrik V. Gregorios, Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Orta Kapı diye bilinen kapının önünde asılmış. Kapının üzerinde asılı duran çengel hala duruyor. O zamandan beri bu kapı açılmamış. Aya Yorgi Kilisesi, 1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş bir kilise. Tanzimat’a kadar kiliselerin kubbeli olmalarına izin verilmiyordu. İstanbul Patrikhanesi, Ortodoks mezhebinin manevi anlamda merkezi.
Haliç kıyısına iniyoruz. Üç eski bina hemen göze çarpar. Bunlardan ilki PTT binası, ikincisi Kadın Eserleri Kütüphanesi, diğeri de Bulgar St.Stephan Kilisesi‘dir. Dünyanın ilk ve tek dökme demirden “pre-fabrike” kilisesi ünvanına sahip kilisesi.
1850 yılında milliyetçiliğin de etkisiyle, o güne kadar Fener Patriği’ne bağlı olan Bulgarlar, dini ayinlerini Rumca yapmak istemediklerini söyleyerek, Sultan’dan kendilerine kilise için izin vermelerini isterler. İzin alan Bulgarlar hemen bir ihale açarlar. Bir Avusturya firması ihaleyi kazanır (kilisenin kapısının yanında bu firmanın ismini görebilirsiniz. R. Ph. Waagner, Vienne). İçi ve dışı tamamen dökme demirden Neo-Gotik tarzında inşa edilen kilise, önce Avusturya’da kurulur, denenir. Sonra mavnalarla Tuna Nehri’nden Karadeniz’e getirilir. 1895 yılında şimdiki yerinde inşa edilir. İnşası sırasında temeline 70’e yakın demir kazık çakılır. Fener’den Balat’a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine Bulgar Kilisesi’nin hizasında oldukça harap bir halde eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Tur-u Sina Manastırı olarak biliniyor.
Balat, Fener’e göre daha yoksul bir semt. Geçmiş zamanlarda da böyleymiş. Bu, Balat’ın çoğunluğunu oluşturan Yahudilerin, devlet iktidarına daha yakın olan Ermeniler kadar zenginleşemediklerinden de olabilir. Sokak içlerine girdikçe tek tük Yahudi evlerini görüyoruz. Yine ünlü, geçen yüzyıldan kalma Agora Meyhanesi de burada. Balat’ın merkezinde iki sinagog var: Yanbol ve Ahrida (ya da Ohrida).
Balat semtinde dinler, mezhepler birbirlerine iki adımlık mesafede ibadet yerlerini kurmuşlar. Örneğin bir köşede Sinan’ın bir eseri olan Ferruh Kethüda Camii var. Ancak cami, özgün halini kötü restorasyonlar sonucu kaybetmiş. İçine girerseniz eğer, mihrap kısmında Tekfur Sarayı’nda imal edilen çinileri görebilirsiniz. Arka dış duvarındaki güneş saati de türünün son örneklerinden biri olarak duruyor.
Caminin hemen yakınında Gregoryen Ermeni Kilisesi Surp Hreşdagabet var. Kilise başlangıçta Ortodokslar’a ait. Bizans döneminde yapılmış. Nitekim aşağıda bir de ayazması var. 1628’de Karagümrük’teki Surp Nikoğos Kilisesi Ermeniler’den alınıp Kefeli Camii’ne çevrilince, karşılığında Rumca adı Ayos Strati olan bu kilise Ermenilere verilmiş. Birkaç yangın geçiren kilise 1835’de yeniden inşa edilmiş. Buradan da Balat’ta Yahudilerle birlikte Türkler ve Ermenilerin de oturduğunu anlamak mümkün. Kilisenin içinde demir bir kapı var. Bir tarafı Latince bir tarafı Almanca olan kapının kabartmaları, ejderhayı öldüren Aya Yorgi’yi ve tapınaktan hırsızları kovan Hz. İsa’yı gösteriyor. Söylenceye göre Topkapı Sarayı’nda demircilik yapan bir Ermeni usta bu kapıyı bulup, satın alarak buraya taktırmış.
Balat’tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eskiden küçük çapta bir tersane olan semtte, sokak aralarında sandallar, motorlar, kayıklar, küçük sürprizler olarak karşımıza çıkardı. Ancak bu özelliğini şimdilerde yitirdi. Ayvansaray’da görebileceğiniz tarihi binalardan biri Bizans kilisesi iken camiye çevrilen bir yapıdır. Bizans Haçı tarzındaki bu yapının camiye çevrildiği ilk yıllarda adı Atik Mustafa Paşa Camii iken, sonradan adı Hazret-i Cabir Camii‘ne çevrilmiş. Bunu, bitişikteki Hz. Muhammed’in Sahabe’lerinden Cabir Hazretleri’nin türbesinin bulunmasına bağlıyorlar. Hemen yakınında Vlaherna Meryem Ana Kilisesi var. Kilise ayazması ile ünlü. Geniş ve hoş bir bahçe içinde kurulu kilise, adından da anlaşılacağı gibi zamanında büyük bir saray olan Vlaherna Sarayı’nın kilisesiymiş. Ama şimdi saraydan bir kalıntı yok. İstanbul’un belki hala yaşayan bir güzelliğine örnek olarak, ayazması olan kiliselerde şifa aramaya gelen Müslümanları görmek burada da mümkün. Kiliseden yokuş yukarı çıkınca sağda İvaz Efendi Camii var. Çift kapılı caminin ilginç bir özelliği minaresinin ters yönde olması. Caminin bahçesinde İzak Angelos Kulesi yer alıyor. Bizans’ta önemli bir yere sahip olan İzak Angelos, 1188 yılında bu temaşa kulesini yaptırmış. Ünlü Anemas Zindanları bu kulenin altında yer alıyor. Arap asıllı olduğu söylenen Anemas’ın adıyla anılan zindan 60 m uzunluğunda, sağa ve sola 15’er m genişliğinde. Anemas Zindanı’nda 6 Bizans imparatorunun yaşamını yitirdiği söylenir.
Anemas Zindanları’ndan aşağıya doğru yürüyünce Leon Surları’nı görebiliriz. Eski ahşap evler arasından yürüyerek tekrar Ayvansaray’a dönebiliriz.
Haliç’in kuzey kıyısı güneyi ile birlikte, hatta daha önce sanayileşti. Osmanlılar başlıca tersanelerini Kasımpaşa kıyısında kurmuşlardı. 19. yüzyıldan itibaren de başka sanayi dalları buraya yerleşti. Kasımpaşa’da gördüğümüz büyük ve eski yapıların çoğu Osmanlı döneminden beri Bahriye’nin elindeydi. Örneğin Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Osmanlı döneminde Bahriye Nezareti olarak inşa edilmişti. Heybeliada’ya taşınmadan önce Deniz Harp Okulu buradaydı. Tepedeki Deniz Hastanesi de başından beri aynı işlevi görmekte. Komutanlığın karşısındaki Cezayirli Hasan Paşa İlkokulu 19. yüzyıl yapısı. Cezayirli Hasan Paşa’nın bu semtte bir camisi, iki çeşmesi bulunmaktadır ve bunları kendisi yaptırdığı için tarihleri 18. yüzyılın son çeyreğine uzanır. Cami denize yakın Kalyoncu Kışlası‘nın içinde.
Semtin bir başka önemli camisi Bahriye Caddesi üzerinde, Kanuni döneminde yapılan Güzelce Kasım Paşa Camii‘dir. Yandıktan sonra, Abdülaziz tarafından yeniden yaptırılmış. Semtin adı, bu Kasım Paşa’dan gelir. Bu çevredeki en önemli yapı, epey içerlerde kalan ve şimdi önünden çevre yolu geçen Sinan’ın ilginç eserlerinden Piyale Paşa Camii‘dir. Altı kubbesiyle Anadolu’da Osmanlı öncesinden beri devam eden Ulucami kategorisine girer, ama o tipin son derece geliştirilmiş ve inceltilmiş bir örneğidir. Sinan zamanında, artık Ulucami tipi geride bırakılmıştı ama o bu eserinde, eski bir mimari türe dönüyor ve onu yeniden yorumluyor. Külliyesinin bir çok parçası bugüne gelemeyen caminin hamamı ve türbesi ayaktadır. Yeniden deniz kenarına döndüğümüzde tersanenin içinde Çorlulu Ali Paşa’nın bu şehirdeki ikinci camisini görürüz. 18. yüzyıl başında yapılan cami, sonraki restorasyonda asıl kimliğini kaybetmiştir.
Camialtı ve Taşkızak tersanelerini izleyerek Hasköy’e doğru giderken Aynalıkavak Kasrı‘na geliyoruz. Bu köşk 17. yüzyıl başında yapılmıştı ama bugünkü halini 19. yüzyıl başında III. Selim döneminde aldı. Haliç kıyılarında çok sayıda saray yapılmıştı. Ama günümüze ulaşan tek yapı, Tersane Sarayı’nın köşklerinden biri olan, Aynalıkavak’tır.
Hasköy, Bizanslılardan beri Karaim kolundan Yahudilerin oturduğu bir semttir. Eminönü’nde Yeni Cami yapılırken oradaki Yahudiler de buraya gönderilir. İstanbul’un en eski ve en büyük Yahudi mezarlıklarından biri de bu semttedir. Hasköy’de Rumlar da yaşıyordu. Onlardan kalan başlıca kilise, iskeleden az ilerideki Ayia Paraskevi‘dir. Futacı Sokağı’ndan geçerek gelinen parkın ilerisinde Karaim Kabristanı yer alıyor.
Haliç’e paralel ana cadde üzerinde bulunan eski Lengerhane, aslına uygun olarak restore edilerek Rahmi Koç Sanayi Müzesi haline getirildi. Lenger, 19. yüzyıla kadar gemilerde çapa yerine kullanılan gemi demiri. Daha sonra yolun karşısındaki Hasköy Tersanesi düzenlenerek müzeye katıldı. Sütlüce’de eski mezbaha binası dikkat çekiyor. Mezbaha binası restore edilerek yeni bir işlev kazanıyor. Halıcıoğlu’ndaki askeri bina Mühendishane olarak yaptırılmıştı. Bunun yakınında Mihrişah Sultan’ın yaptırdığı Humbarahane Kışlası Camii vardır. Kağıthane ve Alibeyköy suları Haliç’e dökülür. Çok eskiden buraları İstanbul’un bir numaralı mesire yeriydi. Sadabad, Çağlayan ve İmrahor kasırlarının çevresi özellikle Lale Devri’nden sonra büyük sükse yaptı. Saraylar, suların akacağı setler, köprüler yapıldı. Ünlü Sened-i İttifak burada imzalandı, Sultan Abdülmecid’in sünnet düğünü burada yapıldı. Ama 20. yüzyılın sanayi “gelişmesi” burayı sildi süpürdü. Son yıllarda belediyelerin yeni çevre düzenlemeleriyle bir parça olsun kirlilikten kurtulmaya çalışıyor. Buralarda göze çarpan yapılar: Aziziye Camii, Atiye Sultan Sarayı, II. Mahmud’un Nişantaşı.
TEPEBAŞI
Tünel çevresi ve Tepebaşı gezimize, Tünel’den başlayabiliriz. Tünel Meydanı’na damgasını vuran eser Fransız mimar E. Gavand’ın eseri Metro Han’dır. 14 Ocak 1875 tarihinde işletmeye açılan Tünel’i barındıran Metro Han, yanındaki Seferoğlu Apartmanı ile ilginç yapılardır. Metro Han’ın yanındaki Galip Dede Caddesi 13 numarada Galata Mevlevîhanesi (eski adıyla Kulekapısı Mevlevîhanesi) yer alır. Bugün Dîvan Edebiyatı Müzesi olarak işlev gören, kökleri 15. yüzyıla inen, Barok, Rokoko tarzı türbeleri, kütüphanesi ve bahçesi ile ünlü yapı çok sayıda Batılının Mevlevî olmasını sağlamış.
Metro Han’ın karşısındaki Tünel Pasajı, onun da altında yer alan Beyoğlu Kaymakamlığı mimar Barborini’nin eseri. Tünel Geçidi’nden sonra dolaşabileceğimiz Ensiz, Jurnal, General Yazgan, Müeyyet, Asmalı Mescit sokaklarında artık restore edilmeyi bekleyen çok güzel binalar var. Bu binalarda bir zamanların ünlü diplomatları, sanatçıları oturmuş. Yeniden Tünel’e dönüp Şişhane’ye doğru yürüyelim. Solda Cumhuriyet dönemi binalarından Maliye Dairesi yer alır. Şişhane Meydan’ına hakim yapı (bugünkü Sarkuysan Han) 1906’da mimar Kryiadis tarafından yapılan ünlü Frej Apartmanı‘dır. Refik Saydam Caddesi üzerinde 191 numarada Deniz Palas, 171 numaradaki 1902 tarihli Roditi Han, 133’deki Müselles Han da ilginç binalardır. Müselles Han’dan önceki merdivenli sokaktan Meşrutiyet Caddesi’ne çıkabiliriz. Solda birbirine bitişik İstanbul Sanayi Odası, Terzilik Meslek Lisesi ve Beyoğlu Öğretmenevi vardır. Bir zamanlar Tubini ve Nomico ailelerini barındıran bu yapılar daha sonra otel olarak kullanılmış. Terzilik okulu karşısında 1894 yılında mimar A. Vallaury eseri Union Français bulunur. Aynı sokaktaki Amerikan Başkonsolosluğu artık İstinye’de.
Meşrutiyet Caddesi 98-100 numarada ünlü Pera Palas Oteli yer alır. 1892’de Orient Express yolcuları için her türlü konfor dikkate alınarak inşa edilen, Barok süslemeleri de içeren Neo-Rönesans stildeki otel, ağırladığı tanınmış kişilerle ve balolarıyla ünlü. Caddenin sağında 141 numarada yer alan Neo-Rönesans tarzlı bina İtalyan Kültür Merkezi‘dir (Casa d’Italia). 157-159 numaralarda yer alan bina bir dönemin Moralı Pasajı’dır. Ancak şimdi pasaj olmaktan çıkarılmış. 141 numarada ise mimar Manoussos’un yaptığı zengin cephe süslemeli yapı eski Amiral Bristol Oteli. Aynı cadde üzerindeki Büyük Londra Oteli, eskiden Kallavi Sokak’a adını veren Glavani Ailesi’nin konağı imiş. Karşı köşede restore edilen yapı da bugün TÜSİAD binası. Tepebaşı gerçekte bir dönemin ünlü tiyatro semti. 1890’da kurulan Dram Tiyatrosu 1970 ve 71 yangınlarıyla yok oldu. Tepebaşı Komedi Tiyatrosu ise 1956’da ortadan kaldırılmış. Şimdi bu binaların yerinde çevreye son derece aykırı bir yapı yer alıyor. TÜSİAD binasının yanından Tarlabaşı Caddesi’ne inelim. Köşede Adnan Menderes’in 1957-58 yıkımından (ki özellikle Beşiktaş – Karaköy ekseninde çok sayıda tarihi bina bu yıkımla yok edilmiştir) ayakta kalan Kamer Hatun Camii bulunur. 16. yüzyılda yapılan cami, 1912’de restore edilmiş.
Kamer Hatun Camii’nin karşısında, Aynalı Çeşme Caddesi Emin Sokak’ta Alman Protestan Kilisesi bulunur. Tarlabaşı Bulvarı’ndan Taksim’e doğru yürürken solda Kalyoncu Kulluk Sokak’ın Kamer Bostancı Sokak ile kesiştiği köşede 1861 tarihli Aya Konstantin Kilisesiyer alır. 1897’de yenilenen kilise Neo-Klasik bir stile sahip.
Bu köşeden Taksim’e doğru yürüyüp sola döndüğümüzde Badem Sokak’a geliyoruz. Bu sokakta Polonya ve Avrupa halklarının kurtuluşu uğruna mücadele vermiş Polonyalı şair Adam Mickiewicz’in 1855’te öldüğü bina, bugün müze haline getirilmiş. Badem Sokak’tan Taksim’e doğru yürüyüp sağa döndüğümüzde ulaşacağımız Karakurum Sokak 20-22 numaralarda 19. yüzyıl eseri Kadim Süryanî Kilisesi yer alır. Buradan Sakız Ağacı Caddesi’ne çıkarak Tarlabaşı Bulvarı’na doğru yürüyelim. Soldaki Eskiçeşme Sokak 12 numarada eskiden Ermeni Katolik Kız Öğretmen Okulu varmış. Yeniden Tarlabaşı Bulvarı’na çıkıp karşıdaki Süslü Saksı Sokak’a girelim. İlerlediğimizde Mis Sokak ile Kurabiye Sokak’ın kesiştiği yerdeki bina bir zamanlar otomobil karoseri yapan ya da ithal eden Arabacı Martin’in Konağı imiş.
Kurabiye Sokak üzerinde sağdaki ahşap Marmara Han, tarihten geriye kalan en büyük ahşap binalardan. Bu sokak boyunca yürüdüğümüzde Ana Çeşmesi Sokak no 2’de Ermeni Katolik Surp Ohan Vaskeperan Kilisesi’ni görürüz.
BEYOĞLU
Bizans döneminde ve Osmanlı’nın ilk iki yüzyıllık süresinde bağları, bahçeleri, konaklarıyla ünlü Beyoğlu’nun eski adı Pera‘dır. 18. yy başından sonra Galata’dan kuzeye doğru genişleyen yerleşim sonucu Tarlabaşı’dan Dolapdere’ye kadar genişleyen bir bölge oldu. Beyoğlu başlangıçta yabancı bankerlerin, tüccarların, diplomatların, Osmanlı yönetiminde görevli azınlıkların yerleştiği Hıristiyan ağırlıklı bir semt idi. 1870’deki büyük yangından sonra yapılan kagir binalarla çehresi epey değişti. Bu nedenle Neo-Klasik, Neo-Rönesans, Art Nouveau ve Eklektisist yapılar ağırlıkta. İstiklal Caddesi ve yakın sokaklarda gezerken, özellikle alt katlar vitrinler nedeniyle çok farklılaştığından eşsiz sivil mimari örneklerini algılayabilmek için sürekli baş yukarıda gezmek gerekiyor. Gezimize Taksim Alanı‘ndan başlayabiliriz. Meydanın batı ucunda İtalyan heykeltıraş Canonica’nın 1928’de yaptığı Cumhuriyet Anıtı yer alır. Alanın doğu ucunda ise geçirdiği bir yangından sonra 1975’te yeniden açılan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) bulunur. Taksim Parkı (Taksim Gezisi) 1940’lı yıllarda yıktırılan Taksim Kışlası’nın arsası üzerine kurulmuş. Alana daha uzak köşede Mecidiye Kışlası (bugünkü Taşkışla) yer alır. Dolmabahçe’ye doğru yürüdüğümüzde Askeri Hastane (1849) ve bugünkü İTÜ binası olan Gümüşsuyu Kışlası (1861) göze çarpar. Saçaklı egzotik yorumlu Art Nouveau stili Japon Başkonsolosluğu ile daha yukarda Alman Başkonsolosluğu buradadır.
Beyoğlu’nun girişinde türbe benzeri bina, alana adını veren su “taksim”inin yapıldığı 1732 tarihli Taksim Maksemi’dir. Taksim alanından görülebilen kubbeli bina Rum Ortodoks Aya Triada (Kutsal Üçleme) Kilisesi’dir . 1880 yılında mimar Kampanaki tarafından yapılan kilise, daha önce kubbeli bina yapmalarına izin verilmeyen Hıristiyanlar’ın, 1839 Tanzimat Fermanı ile azınlıklara sağlanan haklar çerçevesinde sahip oldukları ilk kubbeli binalardan.
Sıraselviler Caddesi üzerinde Yunan asıllı Müzürüs Paşa’nın konağı olarak yapılan Romanya Başkonsolosluğu ile yine mimar Kampanaki eseri Belçika Konsolosluğu ilginç mimari eserlerden. Sıraselviler Caddesi’nden sağa Meşelik Sokak’a girdiğimizde görkemli binası ile Zapyon Rum Kız Lisesi ve içinde Surp Harutyun Kilisesi de bulunan 1894 tarihli Eseyan Ermeni Kız Lisesi yer alır. İstiklal Caddesi’ne çıktığımızda sağda Fransız Başkonsolosluğu bulunur. Burada 1719’da Vebalılar Hastanesi varmış. Sonra yıkılıp mimarlar Bourmence ve Oliver Carre tarafından bugünkü bina yapılmış. Caddenin 27 numaralı binası Arapça ve Latince yazıtıyla Taxim Palace’dır. Soldan Küçükparmakkapı Sokak’a girdiğimizde köşede yeni restore edilen Topbaş İşhanı bir dönemin ilginç binalarından. Sokağın en ilginç yapısı ise Afrika Han. Küçük ve Büyükparmakkapı sokaklara açılan kapıları ile bir geçit niteliğinde. Tel Sokak’ta ise ilginç pencereleri ile Beyoğlu Ticaret Lisesi göze çarpar. Tekrar İstiklal Caddesi’ne dönersek 88 numarada Neo-Klasik tarzlı Rumeli Han (Cite de Roumeli) bulunur. Abdülhamid’in Mabeyincisi Ragıp Paşa, sahip olduğu üç hana imparatorluğun yayıldığı üç coğrafi ögenin adını vermiş: Afrika Han, Rumeli Han ve daha ilerde göreceğimiz Anadolu Han. Rumeli Han’a bitişik olan İstiklal Caddesi’nin tek Müslüman yapısı Ağa Camii‘dir . 16. yy’da Galatasarayı Ağası Hüseyin Ağa tarafından yaptırılan cami, 1936’da yeniden inşa edildiğinden özgün değildir. Caminin yanındaki Sakız Ağacı Sokak’ta baş kabartmalarıyla süslü binada Hacı Abdullah Lokantası, 31 numarada ise Surp Asdvadzadzin Katolik Ermeni Kilisesi yer alır.
İstiklal Caddesi 120-126 numaralar arasında Neo-Rönesans tarzındaki Emek Han yer alır. Binanın alt katındaki İnci Pastanesi ünlü profiterolünü sunmaya devam ediyor. Binanın arkasındaki Emek Sineması bir zamanların ünlü paten merkeziymiş. Caddenin solunda karyatidli girişi ile dikkat çeken Alkazar Sineması bulunur. 201 numarada Anadolu Pasajı, onun yanında da Atlas Sineması yer alır. 251-253 numaradaki bina, adambaşlı, ferforje balkon demirleri ile dikkat çeker. Galatasaray Lisesi yanındaki Turnacabaşı Sokak’ta kanatlı kabartmaları ve sütunlu girişi ile Zoğrafyan Rum Lisesi ve sokağın dönemecinde 1581’de II. Bayezid tarafından kurulan Galatasaray Hamamı bulunur. Bugün Beyoğlu Sineması’nın bulunduğu Halep Çarşısı 1885 yılına ait. 164-166 numaralardaki 1896 tarihli Tokatlıyan Han, bir döneme damgasını vuran ama şimdi kişiliksiz bir iş hanına dönen talihsiz yapılardan.
172 numarada meyhaneleri ile ünlü Çiçek Pasajı yer alır. Ünlü Naum Tiyatrosu yandığı için yerine 1876’da yapılan bu pasaj karyatid sütun halinde iki kız heykeli, saati ve süslemeleri ile Beyoğlu’nun simgesi durumunda. Yandaki sokak Balık Pazarı‘nı barındırır ve sağda Üç Horan Gregoryen Ermeni Kilisesi yer alır. Buradan ilerleyip sağa döndüğümüzde meyhaneler sokağı Nevizade’ye geliriz. Balık Pazarı’nın sonuna kadar gitmeden sola döndüğümüzde Meşrutiyet Caddesi’ne çıkarız. Caddenin başlangıcında 1871’de yenilenen, 2003 yılında bombalanan İtalyan Rönesansı stilindeki İngiliz Başkonsolosluğu ve görkemli bahçesi yer alıyor. Tekrar İstiklal Caddesi’ne dönelim. Solda, ikinci katında heykeller bulunan Avrupa Pasajı yer alır. Galatasaray Meydanı’na çıktığımızda 186-188 numaralardaki insan ve aslan başları ile süslü Beyoğlu Han ile Galatasaray Postanesi bu alana bakar. 1875 tarihli eski Theodor Sıvacıyan Konağı olan postane Beyoğlu’nun en önemli sivil mimari örneklerinden.
Bölgeye adını veren Galatasaray Lisesi’nin kökleri 15. yüzyıla iner. Ancak binaların büyük kısmı 20. yüzyıl başından kalmadır. Galatasaray Lisesi’nin arkasında kalan Cezayir Sokağı, yapılan restorasyon çalışmaları sonucunda Fransız Sokağı‘na dönüştürüldü. Meydandan aşağıya doğru yürüdüğümüzde Hacopulo Pasajı (Danışman Geçidi) göze çarpar. Çok hoş bir avluya sahip olan bu geçitten çıktığımız Emir Nevruz Sokak’ta 1804 yılında özel bir izinle inşa edilen Rum Ortodoks Panayia Meryem Kilisesi bulunur. Kilisenin bahçesinden Meşrutiyet Caddesi’ne geçilebilir. Aynı sırada sağdan girilen Olivia Han Geçidi’nde 1917 sonrasında Beyaz Ruslarca kurulan Rejans Lokantası vardır. Tekrar caddeye dönersek 305-311 numaralarda gösterişli cephesi ile eklektik bir yapı olan Mısır Apartmanı yer alır. 325 numarada ise Pera’nın en görkemli ibadet yeri olan Katolik Sen Antuan (St. Anthony of Padua) Kilisesi vardır. Fransiskenlerce önce Galata’da kurulan kilise bir yangından sonra Pera’ya taşınmış. Bugünkü bina 1908’de İtalyan Neo-Gotik tarzında mimar G. Mongieri’nin eseri.
Kilisenin karşısında 1922 yılında mimarlar Ekrem Hakkı Ayverdi ve Kiryadis tarafından yapılan ama bir süre önce yangın geçiren Elhamra Sineması bulunur. Sinemadan sonra bir zamanlar “Paris St. Germain Havalı Sokak” olarak nitelenen Kallavi Sokak yer alır.
Sen Antuan’dan sonra gelen Eski Çiçekçi (Linardi) Sokağı evlerin balkonlarındaki çiçekleriyle ünlüymüş. Bu sokaktan sonra gelen Nur-u Ziya Sokak 19 numarada piyano yapımcısı Alexandre Commendiger’e ait evde, 1847’de İstanbul’a konser vermek için gelen Franz Liszt kalmış. Aynı sokakta Büyük Mason Locası bulunuyor. Daha aşağıda Boğaz ve Marmara manzaralı eski Fransız Büyükelçiliği yer alır. Bu binalar Kapütilasyon Mahkemesi ve kilise ile birlikte 1847’de tamamlanmış.
Yeniden İstiklal Caddesi’ne Tomtom Kaptan Sokak’tan dönersek solda İtalyan Lisesi ve İtalyan Başkonsolosluğu yer alır. Venedik Sarayı olarak da bilinen konsolosluk binasının ilk yapısı 1695’te inşa edilmiş. Karşı köşede arma kabartmaları ve Fransızca yasa, adalet, güç sözlerinin yazılı olduğu Fransız Mahkemesi Binası bulunur. Sokağın sonunda 37 numarada İspanyol Şapeli yer alır. İstiklal Caddesi üzerinde şimdiki Odakule’nin yerinde eskiden ünlü Karlman Mağazası bulunuyordu. Hemen yanında Ermeni Katolik Kutsal Üçleme, St. Trinite Kilisesi vardır. Deva Çıkmazı’nda ise İtalyanların 1863’de kurulan yardım derneği Societa Operia’sı bulunur.
İstiklal Caddesi 393 numarada Beyoğlu’nun en hoş binalarından Hollanda Konsolosluğu yer alır. Ayasofya’nın restorasyonunu gerçekleştiren Fossati Kardeşler tarafından 1855’de inşa edilen yapı, ufak bir saray yavrusu gibidir. Yapı içinde yer alan ancak girişi Postacılar Sokak 7 numarada bulunan Hollanda Şapeli, güzel ön yüzü ile dikkat çeker. Aynı sokakta bulunan Fransızlar’a ait St. Louis Kilisesi Pera’daki en eski kilise. Postacılar Sokağı’ndan sonraki köşede Meryem Ana heykelli Sainte-Marie Draperis Kilisesi (Santa Maria) yer alır. Bu kilise de geçirdiği yangından sonra 1904’de Pera’ya taşınmıştır.
Kilisenin karşısında 1908 tarihli Suriye Pasajı, biraz ileride Şark Aynalı Çarşı (Passage Oriental) 362 numarada ise uzun yıllardan sonra nihayet restore edilerek yeniden hayata dönen Markiz Pastanesi bulunuyor.
İstiklal Caddesi sol kolda 443 numarada Rusya Federasyonu Başkonsolosluğu bulunuyor. İsviçreli Fossati Kardeşler tarafından 1837’de yapılan bina mimari olarak son derece ilgi çekici. Restorasyon gören Richmond Oteli 465 numarada süslemeleri ile dikkat çeken Hidivyal Palace ve Botter Apartmanı aynı sırada yer alırlar. 390 numarada bir zamanlar Çarlık Rusyası’nın elçiliğini barındıran Narmanlı Han bulunur. Cadde üzerindeki son elçilik binası İsveç Başkonsolosluğu’dur . 1871’de açılışı yapılan bina Avusturyalı mimar Pulgher’in eseri. Yandaki Şahkulu Sokak’ta eski Beyoğlu Evlendirme Dairesi, bugünkü Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi‘ni görürüz. Bu sokakta değişik mimarisiyle Alman Lisesi yer alır. Aşağıya doğru yürüyüp sola döndüğümüzde Serdar-ı Ekrem Sokak’ta Beyoğlu’nun en gösterişli yapılarından Kırım Kilisesi karşımıza çıkar. Londra Adliye Sarayı mimarı C.E. Street tarafından yapılan Neo-Gotik tarzındaki kilise büyük orgu ile de önemlidir.
GALATA
İdari olarak Beyoğlu’nun bir parçasını oluşturan Galata, Tophane, Azapkapı ve Galata Kulesi arasında kalan yerleşim yerinin adıdır. Semtin tarihi İstanbul’unki kadar eski. İlkçağın sonlarında bölge Sykai (İncirlik) olarak adlandırılıyor. Eski Grek dilinde ise “Pera” (karşıyaka) sözcüğü ile anılıyor. Galata’nın parlak dönemi 12. yüzyılda buraya bazı ayrıcalıklarla yerleşen Cenovalılar ile başlar. Bir ara Venediklilerin eline geçse de 13. yüzyıldan sonra Cenovalıların elinde bir Latin kolonisidir.
Galata çeşitli mezheplere, tekkelere, dini ayrımlara bağlı Müslüman, Rum Ortodoks, Ermeni (Gregoryen, Katolik, Protestan), Süryani, Keldani, Yahudi, Arap, Çingene, Sırp, Arnavut, Ulah, Cenovalı, Venedikli, Fransız, Levanten topluluklarıyla zengin bir diller, dinler mozaiği oluşturur. 19. yüzyılda nüfus artınca yerleşim yukarı doğru kayar, konsolosluklar kurulur, zaman içinde bugünkü Beyoğlu oluşur. Galata’yı çevreleyen surlar Osmanlılar ile birlikte yıktırılır.
Askeri yapıların en görkemlilerinden biri olan Tophane, Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış. Bugünkü 8 kubbeli taş ve tuğla karışımı yapı III. Selim’den (1803) kalma. Tophane’nin karşısında yer alan ve eski yapıların bir parçası olan Teftiş Köşkü, bugün konukevi olarak işlev görmekte. Köşkün yanındaki avlusuz, ince minareli cami Barok mimari örneklerinden 1826 tarihli, Ermeni Kirkor Balyan’ın eseri Nusretiye Camii‘dir.
Köşkün Karaköy tarafında yer alan 1732 tarihli Tophane Çeşmesi, Barok stilindedir. Set üstünde yer alan küçük cami 1520’de Kızlar Ağası Karabaş Mustafa Ağa tarafından yaptırılan Karabaş Mescidi’dir. Tophane Meydanı’nı süsleyen ağaçlar arasındaki Kılıç Ali Paşa Camii, İtalyan asıllı Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa için Mimar Sinan tarafından 1580 yılında yapılan külliyeye aittir. Külliye türbe, sebil, cami, medrese ve hamamdan oluşur.
Caminin arkasından denize doğru yürüdüğümüzde Kemankeş Caddesi’ne varırız. Caddenin Tophane girişinde Frank Han bulunur. Sol tarafta rıhtım binaları ve ilginç çatılı Paket Postanesi, 20. yüzyılın başında inşa edilmişlerdir. Sağdaki Voyvoda Karakolu hâlâ Tanzimat Dönemi Osmanlı armalarını sergilemekte. Karakolun yanındaki ünlü Fransız Pasajı (Fransız Geçidi Çıkmazı) yeni restore edildi. Mimar Nafilyan’ın yapıtı Hovagimyan Hanı (No 47) İktisat Han (No 43) ilginç kabartmaları ile dikkat çekerler. Soldaki Gümrükler Başmüdürlüğü Binası piramidal çıkıntıları, dilimli kabartmaları ile benzeri olmayan eklektik bir yapıdır. Deniz kıyısındaki Denizyolları Binası üç kat yükselen sütunçeleriyle öne çıkar.
Gümrükler Başmüdürlüğü Binası karşısından Galata Şarap İskelesi Sokağı’na gireriz. Bir zamanların ünlü Ancona, Tenedos (Bozcaada), Saragossa şaraplarını anımsatan sokaktaki 6. Vakıf Han, Liman Ticaret Han ve 10 numaradaki I. Ulusal Mimarlık Dönemi mimarlarından Vedat Tek’in eseri olan Muradiye Han ilginç binalardan. Buradan Mumhane Caddesi’nin en ilginç binası 63 numaralı binaya geçiyoruz. Bu bina çevredeki diğer benzerleri gibi 1850’li yıllarda Rusya’dan Yunanistan’daki kutsal merkez Aynaroz’a (Kutsal Dağ, doğrusu Ayonoroz) ya da Kudüs’e gitmek isteyen hacı adaylarının konaklaması için yaptırıldı. En üst katlarına birer kilise oturtuldu. Aya Pandeleimon, Aya Andrea ve Aya Elia adlarını taşıyan kiliselerin yeşil renkli kubbeleri Galata Kulesi’nden çok iyi görülebilmekte. Bu binalar 1917’den sonra Beyaz Ruslar’a mekan oldu. Günümüzde ise Anadolu’dan göç edenlerce iskân ediliyor.
Hoca Tahsin Sokağı’nda 11 numarada bir başka Rus kilisesi, 12 numarada ise Türk Ortodokslarına ait 1887 tarihli Aya Nikola Kilisesi yer alır. Ali Paşa Değirmeni Sokağı’nın başında ise Türk Ortodoks Patrikhanesi bulunur. Türk Ortodoks Patrikhanesi, Papa I. Eftim adıyla kendini patrik ve Fener Patrikhanesi’ni yetkisiz ilan eden Pavli Eftim Erenol tarafından kuruldu. Bugün altın kaplamalı süslemeleriyle İstanbul’un en zengin kilisesi durumundaki Panayia Meryem Kilisesi’nde temsil edilen Patrikhane’nin İstanbul Episkoposluğu 21.09.1922 tarihini taşıyor. Kilisedeki en önemli eser 16. yüzyıla tarihlenen gümüş kaplamalı Meryem ikonasıdır.
Necati Bey Caddesi’ni geçip Vekilharç Sokağı’na geldiğimizde bugün Güneydoğu’dan göç eden Süryanilerce kullanılan Aziz Vaftizci Yahya (Yohannes Prodromos) Kilisesi yer alır. Necati Bey ile Kemeraltı Caddeleri arasında Sakızcılar Sokağı’nda Getronagan Ermeni Lisesi ile Surp Kirkor Lusavoriç Ermeni Gregoryen Kilisesi bulunuyor. Kemeraltı Caddesi’ne tekrar çıktığımızda sütunlu girişi ile dikkat çeken Özel Karaköy Rum Lisesi bizi karşılar. Bu caddenin en önemli yapısı ise günümüze sadece ortaçağ özellikli kulesi gelebilen St. Benoit Lisesi‘dir. Karaköy’e doğru ilerlerken sağda görülen büyük yapı 1834’te inşa edilen Katolik Ermenilere ait Surp Pırgiç Kilisesi‘dir. İstanbul’da 33 Gregoryen Ermeni, 12 Katolik Ermeni, 3 Evangelist Protestan Ermeni kilisesi ve 13 Ermeni mezarlığı bulunmakta.
Karaköy Meydanı çevresinde genelde 20. yüzyıl başında inşa edilen çok güzel eserler vardır. Bunlardan Karaköy Palas, Sen Antuan Kilisesi’nin mimarı Gulio Mongeri’nin yapıtı. Eski hanların en büyüklerinden Ömer Abed Han, Levanten Alexandre Vallaury’nin eseri. Ziraat Bankası Karaköy Şubesi, Viyana Bankası için Avusturyalılarca yapılmış. Denize bakan ikinci kat terasında sanayi ve ticareti temsil eden iki heykel bulunuyor. Minerva Han, heykelli binalara bir başka örnek. Nordstern Han Geç Gotik’ten Rönesans’a geçiş yapan bir mimari özelliğe sahip 1889 tarihli bir yapı. Gümrükler Başmüdürlüğü’nden Kemankeş Caddesi sonuna doğru yürürsek Gümrük Sokak köşesinde eski St. Claire Kilisesi’nin yerindeki 17. yüzyıl eseri Kemankeş Mustafa Paşa Camii gelir.
Karantina Binası’nın altında Yeraltı Camii bulunur. Cami aynı yerde bulunan Kurşunlu Mahzen’in ya da bir kulenin dönüştürülmesiyle 1757’de oluşturulmuş. Bazı tarihçiler bu kulenin Haliç ağzına gerili zinciri (Sepetçiler Kasrı ile Karaköy arasında dubalar üzerinde yer alan) korumak için inşa edildiğini söylerler. Basık ve üstü tonoz örtülü mekanda 54 sütun vardır. Cami içindeki mezarların, Arapların ilk İstanbul kuşatması sırasında şehit olan Sahabe’den Vahab bin Husayra ve Sufyan bin Ubayna’ya ait olduğu belirtilir.
Karaköy Meydanı’ndan PTT binası ile Nordstern Binası arasından yürümeyi sürdürürsek çok hoş binalar arasından geçeriz. Yolun sonunda karşımıza gelen han, 1550 yılında Mimar Sinan’ın Sadrazam Rüstem Paşa için yaptığı Rüstem Paşa Hanı ya da Kurşunlu Han‘dır. Fetih öncesinde kullanılan Aziz Mikail (St. Michael) Kilisesi yerinde yapılan avlulu, iki katlı bu eşsiz han bugün ne yazık ki kaderine terk edilmiş durumda. Rüstem Paşa Hanı’nın yanındaki sokaktan ana caddeye çıkarız. Yukarıda tam karşıda beyaz, fildişi rengiyle Osmanlı Bankası Binası’nın arka cephesi gelir. Unkapanı’na doğru yürüdüğümüzde solda Galata Bedesteni yer alır. Neredeyse bir kare plan içinde 3 sırada 9 kubbeden oluşan bedesteni 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed yaptırmış. Bedesten’in yanındaki sokaklardan Haliç kıyısına çıkabiliriz. Buradan eski İstanbul’un yedi tepesinden altısı çok iyi görülmekte. (Ayasofya Müzesi, Nur-u Osmaniye, Süleymaniye, Fatih, Yavuz Selim, Mihrimah Sultan camilerinin yer aldığı tepeler.) Buradan Azapkapı Camii’ne doğru gidebiliriz. Atatürk Köprüsü’nün Azapkapı ayağı yakınında yer alan Azapkapı Camii 1577-78 yıllarında Mimar Sinan tarafından Sokollu Mehmed Paşa için yapılmış. Camiden Tersane Caddesi’ne doğru gittiğimizde Azapkapı ya da Saliha Sultan Sebil ve Çeşmesi‘ni görürüz. I. Mahmud’un annesi Saliha Valide Sultan için 1732-33’te yaptırılan Rokoko stili, 3 pencereli sebil ile 2 çeşmeden oluşan yapı, anıtsal meydan çeşmelerinin bir başka örneği.
Azapkapı Çeşmesi karşısında küçük hamamın yanından girip yukarıya doğru yürüdüğümüzde sağda karşımıza Yanık Kapı gelir. Yanık Kapı, Galata surlarından geriye kalan tek yapıdır ve üzerinde Cenova kolonisine ilişkin kabartmalar taşır. Kapıdan içeri girip sağa ve sola dönerek yürüdüğümüzde Galata Mahkemesi Sokak’ta Galata’nın bir diğer ilginç binası olan Arap Camii‘ne geliriz. 16. yüzyılda Endülüs’ten kovulan ve Galata’ya yerleşen Berberiler tarafından kullanıldığı için böyle adlandırıldığı sanılmakta. Muhtemelen 14. yüzyılda Cenovalılar tarafından Gotik stilde yaptırılan bir Katolik kilisesi idi. Kare planlı ve piramit çatılı çan kulesi bir süre önce yangın geçirdi.
Arap Camii’nden sonra Perşembe Pazarı Caddesi’nden yürüyerek çıkacağımız Voyvoda Caddesi, bizlere başka güzel binalar resmigeçidi sunar. Bankalar Caddesi olarak da bilinen bu cadde üzerindeki binalar 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başı mimarisinin en güzel örneklerini sergiler. Osmanlı Bankası, Merkez Bankası Binası, cephe süslemeleriyle ünlü Alexandre Vallaury’nin yapıtıdır. Voyvoda Caddesi üzerindeki ilginç merdivenler Osmanlı Sarayı’na mali danışmanlık yapan, Musevi Cemaati’nin önemli liderlerinden, Kont ünvanına sahip banker Avram Kamondo (1785-1873) tarafından yaptırıldı. Kamondo Merdivenleri‘nden yukarı çıktığımızda Kart Çınar Sokak’ta Avusturya Lisesi yer alır. Bu sokağın Galata Kulesi Sokak ile birleştiği yerde Cenovalıların Galata Yönetim Binası, Podestat bulunur. Eski Banka Sokak’taki Sen Piyer Hanı 1771’de İstanbul’da yaşayan Fransız Kolonisi üyelerince yaptırıldı. Fransız Devrimi şairlerinden Andre Chenier 1771’de yanan eski binada doğmuş. Han duvarında adına bir plaket bulunuyor. Diğer armalar binayı yaptıran Kont St. Priest’e ve Bourbonlar’a ait. Osmanlı Bankası ilk olarak bu binada çalışmaya başlamış. Galata Sokak’tan yukarı doğru yürüdüğümüzde Sen Piyer (St.Peter) ve Sen Pol (St. Paul) kilisesine ulaşırız. İlk yapı 15. yüzyıldan kalma. Kilise arkasında Galata Surlarına ait kuleler bulunmakta.
Galata Kulesi’nin hemen altında ilginç kulesiyle eski Beyoğlu Hastanesi yer alır. Bina, 1904’te İngiliz Bahriye Hastanesi olarak inşa edildi. İskoç tarzı Art-Nouveau biçimindeki yapının bahçesinde British Seamen Hospital’in baş harfleri BSH ve 1904 tarihli çapa var.
Galata Kulesi çevresi aynı zamanda sinagogları ile ünlüdür. Felek Sokak’taki Tofre Begadim Aşkenaz Sinagogu bugün Schneidertempel Sanat Merkezi. Yüksek Kaldırım Caddesi’ndeki Aşkenaz Sinagogu büyük kubbesi ve görkemli dış cephesi ile ilginçtir. Ziya Paşa Caddesi’ndeki İtalyan Sinagogu faal durumdadır. Musevi Topluluğu’nun şu anda en çok kullandığı Neve Şalom (Barış Vahası) Sinagogu Büyük Hendek Caddesi üzerindedir.
Kuledibi’nde Laleli Çeşme Sokak’taki Art Nouveau mimarı Raimondo d’Aranco’nun yapıtı Laleli Çeşme, Otçu Sokak’taki Çinili Han, Küçük Hendek Sokak 38 numaralı binanın bahçesi ve Serdar-ı Ekrem Sokak’taki binalar, özellikle 56 numaradaki Doğan Apartmanı Galata çevresinde görmemiz gereken yapılardır.
Gezimizi Galata Kulesi‘nde bitirebiliriz. 1349’da Cenovalılarca Galata’yı çevreleyen surların başkulesi olarak inşa edildi. Yapılışı hakkında çeşitli söylenceler var. Başlangıçta İsa Kulesi olarak adlandırılıyor. Osmanlılar döneminde zindan ve gözlemevi olarak kullanıldı. Yangın ve fırtınalardan sonra sık sık restore edildi. 1967’de yeniden kullanıma açıldı. Kulenin yanındaki çeşme 1732 tarihli ve Bereketzade Hacı Ali Ağa adıyla anılıyor. Aynı adı taşıyan caminin yıkılmasından sonra buraya taşınmış.
BOĞAZİÇİ
Boğaziçi İstanbul’daki yaşam kültürünün özel bir kesiti, İstanbul’un can damarıdır. İki kıtayı, iki denizi, değişik kültürleri birbirine bağlayan İstanbul Boğazı, Bizans döneminde bazı kiliseler ve küçük yazlık saraylar dışında yoğun biçimde kullanılmamış. İstanbul’un fethinden önce Boğaziçi’ne yerleşmeye başlayan Osmanlılar için de esas Boğaziçi, 18. ve 19. yüzyılın olayıdır. 19. yüzyıl ortalarında Boğaziçi’nde vapurların seferlere başlaması tüm İstanbulluların Boğaziçi keyfine katılmalarını getirdi. Bu arada mitler ve ritler birbirine karıştı. Örneğin Beykoz’daki Yuşa Tepesi pagan inançlarının merkezi idi. Orada bir Zeus tapınağı vardı. Bu tapınak Bizans döneminde Hagios Mikail Kilisesi’ne çevrildi. Osmanlı döneminde tepeye bir mescit-tekke ile bir Yuşa Hazretleri Türbesi ihdas edildi. Tevrat’a atıfta bulunuldu. Yuşa Hazretleri’nin metrelerce uzunluğundaki vücudu ile belki de geçmişteki “devler” efsaneleri kaynaştırıldı. Ama sonuçta Yuşa Tepesi’nin binlerce yıllık kutsallığı korundu.
Boğaziçi’nde zamanla çok farklı mimari tarzlarda binalar yapıldı, bahçe ve çevre güzelliği yaratıldı. Kendine has gelenekleri, zevki olan, Batılılar’ı da kıskandıran özel bir Boğaziçi kültürü oluşturuldu. Boğaziçi yazar, şair, ressam, müzisyen, her türden sanatçıya ilham kaynağı oldu.
Boğaziçi’ni Avrupa yakasından gezmeye başlayabiliriz. İlk etap Fındıklı-Ortaköy olabilir. Bu etabın başında, Salıpazarı’ndaki, II. Mahmud’un 1825 yılında Kirkor Balyan’a yaptırdığı ve iki ince minaresi ile İstanbul siluetine katkıda bulunan Nusretiye Camii ile Nusretiye Sebili yer alır. 1958 yıkımlarıyla özgünlüğünü yitiren anayolda Dolmabahçe’ye doğru Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi(eski Meclis-i Mebusan binası), yukarıda Cihangir Camii, sahilde Molla Çelebi Camii, Türk Rokokosu’nun en güzel eserlerinden Koca Yusuf Paşa Çeşmesi (1787), Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi (1732), Mehmet Emin Ağa Sebili (1741) gibi önemli yapılar bulunur. Dolmabahçe’nin tabi ki en önemli yapısı saat kulesi ve camii ile birlikte Dolmabahçe Sarayı‘dır.
1856 yılında hizmete giren, her yönüyle Avrupai özellikteki sarayın Saltanat Kapısı, Hazine Kapısı, Mabeyn-i Hümayun, Veliaht Dairesi, Muayede Salonu, Kristal Merdivenli Salon, Kırmızı Oda, Harem-i Hümayun, Camlı Köşk gibi bölümleri oldukça etkileyici. Osmanlı tarihinde Batı’ya yönelişi simgeleyen sarayın büyük bölümü bugün müze olarak gezilmekte, bazı kısımları da çeşitli kurumlarca kullanılmakta.
Dolmabahçe’den Beşiktaş’a gelirken solda Akaretler’de 1875’te yaptırılan ve türünün ilk örneği olan Sıraevler görülür. Beşiktaş Meydanı’nda ise Mimar Sinan’ın eserleri Sinan Paşa Camii ile Barbaros Türbesi, 1944 tarihli Barbaros Heykeli ve arkasında Deniz Müzesi yer alır. Barbaros Bulvarı’ndan yukarıya çıkarken sağda önce Ertuğrul Tekkesi ile Saray Mimarı İtalyan Raimondo d’Aronco’nun Art-Nouveau tarzında yaptığı Şeyh Zafir Türbesi, Kütüphanesi, Çeşmesi ve daha yukarıda Yıldız Sarayı bulunur. Geniş bir arazide yer alan, Oryantalist Hamidiye Camii, Büyük Mabeyn, Yaveran Dairesi, Kent Müzesi, Şale, Malta, Çadır Köşkleri gibi bölümleri ve Yıldız Parkı’ndaki örnek faunasıyla Yıldız Kompleksi oldukça sevimlidir.
Tekrar Beşiktaş Meydanı’na dönüp Ortaköy’e doğru yolumuza devam edersek, sahilde eski Feriye Sarayları’nın günümüze ulaşan ve bugün farklı işlevlere sahip olan bölümleri (Devlet Konukevi, Beşiktaş Kız Lisesi, Denizcilik Lisesi, Galatasaray Üniversitesi, Kabataş Lisesi, Çırağan Oteli, Feriye Lokantası) yer alır.
Üç tektanrılı dinin ibadethaneleri, Rum Ortodoks Aya Fokas Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu ve Ortaköy Camii ile çevrelenen Ortaköy Meydanı ve çevresi 1990’lı yılların sonundaki düzenlemelerle semte özgü yapılar içinde bar, lokanta, kafe, atölyeleriyle, elişi ve antika pazarlarıyla, Esma Sultan Yalısı‘yla İstanbul’un her daim cıvıl cıvıl olan yeni bir eğlence ve kültür alanıdır.
Boğaz’ın korunaklı limanlarından birine sahip olan Bebek, adını Sultan II. Mehmed’in çok yakışıklı olması nedeniyle Bebek adıyla anılan çavuşu Mustafa Çelebi’den almıştır. Bugün İstanbul’da çalışan yabancıların rağbet ettikleri semt, Bebek Badem Ezmecisi ile de ün yapmıştır. Kıyıda, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın yaptırdığı, Mısır Sefareti’nin yazlık konutu olan görkemli bina görülür. İstanbul’un 1751 tarihli en eski ahşap yapılarından biri olan Kavafyan Konağı, 19. yüzyıl yapısı Fransız Yetimhanesi, I. Ulusal Mimarlık Akımı mimarlarından Kemaleddin Bey’in yapısı Bebek Camii, bugünkü Boğaziçi Üniversitesi‘nin Robert Kolej’e ait eski binaları Bebek’in en önemli yapıları.
Bebek ile Rumelihisarı arasında yer alan Aşiyan Mezarlığı çevresinde yer alan Şair Tevfik Fikret’in müze olan evi, Aşiyan Müzesi ile Kayalar Mescidi tarihsel dokuları ile ilginç yerler. Rumelihisarı semtine damgasını vuran, tabii ki Sultan II. Mehmed’in fetih öncesinde Bizanslılar’a Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için daha önceden yaptırılan Anadoluhisarı’nın karşısında, 1452 yılında dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdığı Rumelihisarı ya da Boğazkesen Hisarı. Çok sevimli kahvelerin bulunduğu Rumelihisarı’ndaki bir başka gösterişli yapı halk arasında “Perili Köşk” olarak nitelenen Marsilya tuğlaları ile yapılmış Mısırlı Yusuf Paşa Konağı’dır.
Rumelihisarı semtinden sonra Baltalimanı, Boyacıköy ve Emirgan gelir. Bugün İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri ve Baltalimanı Hastanesi olarak yeni işlevler kazanan Mediha Sultan Sahilhanesi, Şerifler Yalısı, Emirgan Camii, İstanbul’un en yeni müzelerinden Sakıp Sabancı Müzesi ve edebiyatçıların Çınaraltı Kahvesi, Boğaz’ın bu bölümünün önemli mekanları. IV. Murad’ın Emirgûneoğlu Tahmas Han’a (sonradan Yusuf Paşa) hediye ettiği, 19. yüzyılın ikinci yarısında Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın yeniden düzenlettirdiği Emirgan Korusu Sarı, Pembe, Beyaz köşkleri ve muazzam faunasıyla muhteşem bir yer. Sakıp Sabancı Müzesi değişik hat, tablo, porselen koleksiyonlarının uluslararası standartlarda sunulduğu, özel sergileriyle ünlenen çağdaş bir müze.
İstinye Koyu Boğaz’ın en korunaklı limanı. Efsaneye göre İason ve Argonotlar kendilerini Kral Amicus’tan kurtaran kanatlı bilge Sostenion’a teşekkür amacıyla buraya bir heykel dikmişler. Hıristiyanlık tarihindeki sütunlu azizlerden Daniel’in üzerinde 30 yıldan fazla yaşadığı sütun da Rumelihisarı’nda değil, buradaymış.
İstinye-Yeniköy-Tarabya hattında bir dizi güzel bina bulunur: Bir Alexandre Vallaury eseri olan ve kuleleriyle, hareketli yüzüyle dikkat çeken Arif Paşa Yalısı, Şehzade Burhaneddin Paşa Yalısı, Karatodori Yalısı, bir süre önce yangın geçiren Said Halim Paşa Yalısı, Faik Bey Yalısı, Sara Sultan’ın ikizleri için yapılan Bekir Bey Yalısı, birbirine bitişik Dadyan, Sandoz, Dr. Muvaffak Gönen yalıları, bugünkü Avusturya Elçiliği Cezayirliyan Yalısı, Raimondo d’Aronco’nun Art-Nouveau üsluplu Huber Köşkü, Alman Elçiliği yazlık konutu, dini yapılardan Yeniköy Sinagogu, tepelerdeki Ermeni Surp Hovhannes Mıgırdiç Kilisesi, Aya Paraskevi Kilisesi.
Kireçburnu ve Büyükdere önceleri elçilerin, gayrimüslimlerin yerleştiği bir yer. İtalyan Elçiliği yazlık konutu, Rus Elçiliği yazlık konutu, bugün otele dönüştürülmüş olan Fuad Paşa Yalısı, 18. yüzyıldan kalma en eski elçilik binası olan İspanya Elçiliği yazlık konutu, Surp Boğos Kilisesi Boğaz’ın bu kesimde öne çıkan binaları. Büyükdere-Sarıyer arasındaki Azaryan Yalısı’nda 1980’de Türkiye’nin ilk özel müzesi açıldı: Sadberk Hanım Müzesi. İçinde hem etnoğrafik, hem de arkeolojik (Hüseyin Kocabaş Koleksiyonu) çok önemli eserler sergileniyor.
Yüzyıllarca yeşilliği, tatlı su kaynakları ve balıkçıları, günümüzde ise böreği ile ünlü Sarıyer’de çok önemli yapılar yer almaz. Sarıyer’den sonra balık lokantaları ve midye tava satıcılarının yoğunlaştığı Rumelikavağı, ardından Rumelifeneri gelir.
Boğaziçi’nin Asya yakasından geriye doğru gezmeyi sürdürürsek sırasıyla Kabakoz, Anadolufeneri, Poyrazköy ve yine balıkçı lokantalarıyla dolu Anadolukavağı‘nı görürüz. Anadolukavağı yakınlarında görkemli Yoros Kalesi yer alır. Bir Bizans eseri olan kale 14. yüzyıl ortalarında bir süreliğine Cenevizler’in eline geçmiş, sonra yeniden Osmanlılar’ca fethedilmiş. Güneye doğru ilk büyük yerleşim Beykoz; mesireleri, kaynak suları, av sahaları, kalkan balığı, paçası ve cevizi ile ünlenmiş. Komşu Paşabahçe’deki 200 yıllık camcılık geleneği ayrıca “Beykoz işi” denilen cam mamulleri ve Çeşm-i Bülbül’leri üretmiş.
Ahmet Mithat Efendi Yalısı, İshak Ağa Çeşmesi, Çubuklu tepelerindeki Hıdiv Kasrı bu bölgenin önemli yapıları. Boğaziçi’nin geleneksel dokusunu nisbi olarak en iyi koruyan bölgesi Kanlıca-Kandilli arası. Boğaziçi’nde yapılaşmaya izin verilmesiyle birlikte önemli ölçüde yara alan Kanlıca Koruları, Kavacık Mesiresi, Mihrabat ve Kavacık Ormanları yine de darlaştırılmış bir yeşil kuşak olarak Kanlıca’yı tepeden sarıyor. Ünlü Kanlıca Yoğurdu birçok işletmede satılıyor. Kıyıda Asaf Paşa, Şefik Bey, Hacı Ahmet Bey, Ethem Pertev, Ferruh Efendi, Prenses Rukiye, Hekimbaşı Salih Efendi, Marki Necip yalıları Kanlıca’nın önemli binaları. Buradaki en ilginç yapı 1699 tarihiyle en eski ahşap Osmanlı evi sıfatını taşıyan Amcazade Yalısı‘ndan geriye kalan divanhanesi. Ne yazık ki o da, 2003 yılındaki yağmurlardan sonra yıkılmak üzere. Amcazade Yalısı’ndan sonra Zarif Mustafa Paşa, Bahriyeli Sedat Bey, Rıza Bey, Manastırlı İsmail Hakkı Bey, Köseleciler yalıları gelir.
14. yüzyılda I. Bayezid’in (Yıldırım) Boğaz’ın en dar yerine yaptırdığı kalenin adlandırdığı Anadoluhisarı, tarihte birbirine paralel olarak Boğaz’a akan Göksu ve Küçüksu derelerinin yarattığı mesire alanları ve bu alanlarda saray erkânının, seçkin kişilerin gerçekleştirdiği eğlenceler ile ünlenmiş.
Küçüksu’nun en ünlü iki yapısı Küçüksu Çeşmesi ile Küçüksu Kasrı‘dır. Eski bir ahşap kasrın yerine 1856’da yaptırılan iki katlı Küçüksu Kasrı bugün müze olarak gezilebilmekte. Küçüksu’dan sonra yükselen arazide güzel bir koru vardır. Tepe bir aşk hikayesinden dolayı Sevda Tepesi olarak bilinir.
Çok seçkin kişilerin yaşadığı Kandilli’deki sahil sarayların, köşklerin, yalıların ne yazık ki çoğu yangınlar sonucu kül olup gitmiş. Geriye kalanlar arasında Kıbrıslı, Abud Efendi, Kont Ostrorog, Hadi Semi, Edip Efendi yalılarını sayabiliriz.
Kandilli‘de ayrıca Kandilli Camii, Surp Yergodasan Arekelotz Ermeni Kilisesi, Hristos Metamophosis Rum Ortodoks Kilisesi, Fransız Katolik Kilisesi gibi dini yapılar da dikkate değer.
Vaniköy‘de Kadıefendi, Fazıl Bey, Nazif Paşa, Koç-Kıraç, Mahmut Nedim yalılarının yanı sıra son olarak 1866’da yapılan binasıyla Kuleli Askeri Lisesi yer alır. Bu yapıları Çengelköy’e doğru Boğaz’ın sevimli ahşap camilerinden Kaymak Mustafa Paşa Camii, Koru Restoran, yeni yalılar, Ayios Yeoryios Kilisesi, Çengelköy Meydanı, Karakol, Lahana Çeşmesi, Hamdullah Paşa Camii, Abdullah Ağa, Serezli Faik Bey, Sadullah Paşa yalıları izler. Yaklaşık 200 yıllık olan Sadullah Paşa Yalısı, Boğaziçi’nin en güzel yalılarından birisidir. Eşi Necibe Hanım’ın Viyana’da ölen kocasını yalının penceresinde 25 yıl beklemesi hâlâ anlatılan bir öykü. Çengelköy koca çınarları, salatalığı, armudu, bademi, Ortodoksların geleneksel denize haç atma ve çıkarma töreni ile tarihi dokusunu kısmen koruyan şirin bir köydür. Beylerbeyi semtinin en renkli yeri iskele çevresi. Semtin ana binası da son kez 1865’te yapılan Beylerbeyi Sarayı kompleksi. Bu sarayda III. Napoléon’un karısı İmparatoriçe Eugenie, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin, İngiltere Kralı VIII. Edward ve Madam Simpson kalmış. Beylerbeyi-Paşalimanı arasında kalan Kuzguncuk belki de Boğaziçi’nin en kozmopolit yeri olmuştur. Musevilerin bir ara çok önemsedikleri bu semtte de Aşağı Sinagog (Kal de Abaşo/Beth Yaakov-1878), Yukarı Sinagog (Virane/Kal de Ariva-1840’lı yıllar), Ayios Panteleymon, Ayios Yeoryios, Surp Krikor Lusavoriç kiliseleri, Üryanizade Mescidi, Yeni Cami semtin dini yapılarıdır.
Kuzguncuk’taki Fethi Ahmet Paşa Yalısı ise ünlü mimar Le Corbusier’ye ilham kaynağı olmuş.
ÜSKÜDAR – KADIKÖY
İstanbul’un en eski yerleşim yeri Tarihi Yarımada, özellikle Sultanahmet ve çevresi olarak bilinse de neredeyse tarihi o kadar eskiye dayanan bir başka bölgesi de kentin Asya yakasındaki iki yerleşim yeri, Kadıköy ve Üsküdar’dır. İÖ 7. yüzyılda bir koloni biçiminde önce Halkedon (Kadıköy), daha sonra da buranın iskelesi ve tersaneleri için Hrisopolis (Altın Kent/Üsküdar) kurulmuş. Bu bölge önce Perslerin egemenliğine girmiş, daha sonra Arapların saldırılarında ve Türklerin Anadolu’yu fetihleri sırasında ilk hedef olmuş. 1352’de Osmanlı egemenliğine geçmiş, o tarihten sonra da Osmanlı yerleşim yeri olmuş. Bu gelişim sırasında Kadıköy biraz geride kalmış, 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlıların yazlık yeri olarak bağlar, bahçeler, köşkler ile süslenerek yaşamını sürdürmüş, zaman içinde deniz ulaşımının gelişmesiyle Moda, Kalamış, Fenerbahçe, Caddebostan, Suadiye semtleri oluşmuş, buraları dönemlerinin en gösterişli yazlık köşkleri ile bezenmiştir.
I. Boğaz Köprüsü’nün açılmasından sonra Avrupa yakasında yoğunlaşan yerleşim alanları Asya yakasına kaymış ve modern yaşam Bağdat Caddesi çevresinde hızla gelişmeye başlamış. Günümüzde Bağdat Caddesi kentin en zarif ve canlı alışveriş merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Üsküdar
İstanbul’un Anadolu yakasında, Paşalimanı ile Salacak arasında yer alan Üsküdar tarih boyunca gerek siyasi, gerekse ticari açıdan büyük önem taşımış. Osmanlı döneminde idari açıdan dört kadılığa bölünen İstanbul’un kadılarından birinin Üsküdar’da oturması semtin öneminin bir göstergesi. Üsküdar, tarih boyunca Anadolu ile organik bir bağın başlangıç noktası olmuş. Hac ve doğuya yapılan askeri seferler gibi büyük yolculukların çıkış noktası hep Üsküdar olmuştur. Ancak Anadolu-Bağdat Demiryolu’nun yapımından sonra Anadolu ticaret yolunun son noktası olma özelliğini de Haydarpaşa’ya kaptırmış. Bu uç noktada Barok ve Neo-Klasik mimarinin çok güzel örneklerinden biri olan Haydarpaşa Garı bulunuyor. Alman mimarlar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından yapılan ve 1908’de hizmete giren Haydarpaşa Garı‘nın dış cephesi yakın bir zamanda elden geçirilmiştir. Haydarpaşa Garı’nın hemen yanında bulunan iskele mimar Vedat Tek tasarımı. 1915-17 yıllarında Denizcilik İşletmeleri (Seyr-i Sefain) için yapılan iskele binasının dış cephesinde çini süslemeler ve eski yazı ile yazılmış “Haydarpaşa” yazısı görülüyor.
Zaman içinde gelişen teknoloji ile birlikte İstanbul’un iki yakası birbirine daha fazla yakınlaşmış. Ancak bu yakınlaşmanın en önemli ve belki de vazgeçilmez öğeleri Üsküdar Meydanı’nın hemen önündeki iskeleden Eminönü ve Beşiktaş’a kalkan Şehir Hatları vapurları ile biraz ilerideki iskeleden Beşiktaş’a çok yüksek sayıda yolcu taşıyan dolmuş motorları. 17. yüzyılın ilk yarısına ait bir dökümden Üsküdar’da çok sayıda saray, cami, mescit, tekke, hamam, kervansaray, imaret, han ve hamamın bulunduğu biliniyor. Ancak bunların birçoğu günümüze ulaşamadı. 1873 ve 1921 yangınlarında Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan köşkler ve özellikle sarayların hemen hepsi yok oldu. 18. yüzyıl Üsküdar’ın yeniden yapılanmasında önemli bir dönem olarak öne çıkar. İskele Meydanı’nda yer alan, 1728’de yaptırılan III. Ahmed Çeşmesi, hem çeşme mimarisindeki değişimlerin habercisi, hem de içinde bulunduğu mekanı anıtsallığıyla tanımlayıp yeni bir simgesellik ve anlamla zenginleştiren yeni bir kent mimarisi öğesi olarak, yukarıda değindiğimiz yeniden yapılanmanın çarpıcı örneklerinden birini gözler önüne seriyor. İşlevsel olmaktan daha çok dekoratif unsur taşıyan bu çeşme, Osmanlı Barok tarzının en güzel örneklerinden biri. Günümüzde Üsküdar İskele Çeşmesi olarak da anılan bu meydan çeşmesinin dört yüzünde dönemin şairlerinden Nedim, Rahmi ve Şakir’in şiirleri bulunuyor. Ön cephedeki kitabenin ise iyi bir hattat olan Sultan Ahmed tarafından yazıldığı söylenir.
Yine İskele Meydanı’nda bölgenin çok önemli ve o derece de muhteşem görsel yapısı olan Mihrimah Sultan Külliyesi yer alıyor. Mimar Sinan tarafından Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan için yapılan yapı, yapıldığı dönemde hemen denizin kenarında, bir set üzerinde planlanmış cami, medrese, imaret, misafirhane ve handan oluşuyordu. Ancak günümüzde imaret ve han artık yaşamıyor. Medrese ise bir tıp merkezi olarak kullanılıyor. Bu yapılar topluluğu içinde yer alan Mihrimah Sultan Camii Sinan’ın sürekli yenilik arayışına bir başka güzel örnek. Ana kubbe üç yarım kubbe ile çevrilmiş. Ön tarafta pencereler kullanılmış.
Şemsi Paşa Burnu’nda yer alan tütün fabrikaları kaldırılarak Harem’e kadar devam eden Üsküdar-Harem Sahilyolu ile Üsküdar ve Harem birleştirilmiştir. Tam bu burunda, deniz kenarında Sinan’ın bir başka yapıtı, Şemsi Paşa Külliyesi bulunuyor. Yolun hemen karşısında, içeriye doğru giren Şemsi Paşa Caddesi üzerinde, yamaçta bulunan Rum Memed Paşa Camii ve Türbesi en eski Osmanlı yapılarından. Üsküdar sahilinden görülen Ayazma Camii, 1760’ta III. Mustafa tarafından yaptırılmış. Yapının dış yüzeyinde görülen aşırı süslemeler Barok tarzın belirgin özelliklerini yansıtıyor. İç mekan ise çini yerine renkli panolarla süslenmiş. Kubbe dört kemer üzerine oturtulmuş. Dış duvarlarda ilginç kuş evleri ile bir de güneş saati bulunuyor.
Uncular ve Hâkimiyet-i Milliye Caddeleri arasında Yeni Valide Külliyesi yer alır. III. Ahmed’in annesi Emetullah Gülnuş Valide Sultan adına yaptırılan külliye 1708-1710 yıllarına tarihleniyor. Avluda Valide Sultan’ın türbesi, zarif bir sebil ve Barok bir şadırvan bulunuyor. Avlu duvarını süsleyen kuş evleri de kayda değer güzellikte.
Hâkimiyet-i Milliye Caddesi’nin çatallaştığı yerden bu kez Topbaşı Caddesi’nden yukarı doğru tırmandığımızda Atik Valide Camii‘ne ulaşırız. II. Selim’in karısı ve III. Murad ile III. Ahmed’in annesi Nurbanu Sultan adına yaptırılan cami Sinan’ın belki de en güzelkülliyelerden biri. Dört duvar payesi ile iki sütun üzerine oturan altı sivri kemerin taşıdığı kubbenin örttüğü mekan, ana kubbeyi taşıyan beş yarım kubbeyle de genişletilmiş. Çok güzel süslemelere sahip olan yapı, ayrıca çok geniş bir sundurmaya sahip. Üsküdar’ın günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş en önemli 17. yüzyıl yapılarından ikisi Kösem Sultan’ın yaptırdığı cami, medrese, sebil ve hamamdan oluşan Çinili Külliye‘nin Çinili Hamamı ile Çinili Camii’dir.
Üsküdar’da özellikle Bağlarbaşı, Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bir bölgeydi. Bazilika tarzı mimariye sahip olan Ermeni Gregoryen Surp Karabet Kilisesi, ünlü Ermenilerin bazılarının gömülü olduğu Ermeni Mezarlığı ve Surp Haç Kilisesi burada bulunuyor. Üsküdar’da Osmanlı döneminden günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiş sivil mimari örneklerinin en güzellerinden biri Muharrem Nuri Birgi Yalısı‘dır. 18. yüzyıla tarihlenen yapı, Salacak Sarayı’nın geriye kalan tek parçası.
Üsküdar’ın önemli yapılarından bir diğeri de Selimiye Kışlası ve Camii‘dir. III. Selim’in Nizam-ı Cedid için Eski Kavak Sarayı’nı yıktırarak yaptırdığı kışla, o dönemde bölgenin askeri ve stratejik önemini vurgulamakta. Yapıldıktan kısa bir süre sonra Yeniçeri isyanı sonucunda Nizam-ı Cedid dağıldı, kışla da yıkıldı. Bugünkü yapı Abdülmecid zamanında yapılmış ve mimarı Balyanlar’dır. Cumhuriyet döneminde bir süre boş kalan kışla, 1963’te büyük bir onarımdan geçtikten sonra I. Ordu Komutanlığı Merkez Binası olarak kullanılmaya başlandı. Kışlanın bitişiğinde yer alan ve III. Selim’in adını taşıyan Selimiye Camii ise Barok mimarinin güzel örneklerinden biridir. Üsküdar denilince hemen akla gelen yapılardan bir tanesi de Zeynep Kâmil Hastanesi‘dir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım ile eşi Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa tarafından 1860 yılında yaptırılan hastane, 1898’de yeniden yapılmış.
Bir başka yapı, 1894’te Askeri Tıbbiye (Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane) adıyla yapılan binadır. 1933’te Tıbbiye İstabul Üniversitesi’ne taşınınca, bina bir süre için Haydarpaşa Erkek Lisesi olarak kulanıldı. 1983’te bina bu kez Marmara Üniversitesi’ne devredildi.
Üsküdar’ı anlatırken Karacaahmet Mezarlığı‘nı dışarıda bırakmak olmaz. Mezarlık 14. yüzyılda oluşmaya başlamış ve İstanbul’un fethinden sonra tamamen Müslüman mezarlığı olmuş. Yüzyıllar boyunca buraya çok fazla insan gömülmüş. Mezarlığın tam ortasında yer alan Karacaahmet Sultan Türbesi saray mutfağı memuru Ziya Bey tarafından karısı için 1866-67 yıllarında yeniden yaptırılmış. Türbenin içinde Alevi-Bektaşi büyüğü olduğuna inanılan Karacaahmed yatıyor. Son zamanlarda yanına bir de Cemevi yapıldı.
Kadıköy
Kadıköy (Halkedon) 451’de Hıristiyanlık dünyası için çok önemli bir olaya ev sahipliği yapmıştır. 4. Evrensel (Ökümenik) Konsil buradaki Aya Euphemia Kilisesi‘nde toplanır. Aya Euphemia ise Halkedon’un koruyucu azizesi.
Halkedon bundan sonra dışarıdan gelen birçok saldırı ile uğraşmak zorunda kalır. Nihayet 1352-53 yıllarında tamamen Osmanlılar’ın egemenliğine girer. Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra bölge İstanbul Kadısı Hıdır Bey’e verilir ve adı Kadıköy olarak değiştirilir. Osmanlılar geldiğinde Halkedon artık tüm heybetini yitirmiş, ufalarak bir yazlık yerleşme yeri haline gelmiştir. Zamanla gelişen Türk mahalleleri ilk olarak Osman Ağa Camii çevresinde kurulmuş. Kadıköy Çarşısı’nın içinde, Söğütlüçeşme Caddesi’nin kenarında bulunan bu caminin yerinde önceleri Sarı Kadı Efendi’nin yaptırdığı bir mescid bulunuyordu. 1612’de ise Babüssade ağası Osman Ağa tarafından bugünkü cami yaptırılır. 1863 yanıgınından sonra restore edilmiş. Daha sonra da birkaç kez elden geçirildi. Bu dönemde yapılan bir diğer cami ise İskele Camii‘dir (III. Mustafa Camii).
Kadıköy özellikle 18. yüzyıl Lale Devri’nde ünlenir. Bu dönemde nüfus da değişmeye başlar. Türkler ve Rumların yanı sıra Ermeniler de yerleşmeye başlar. İlk Ermeni kilisesi de bu dönemde yapılır. Günümüzde bu kilise Muvakkithane Caddesi üzerinde bulunuyor. Eski kilisenin yıkılması üzerine 1814’de bugünkü Surp Takavor Kilisesi yapılmış. 19. yüzyılda restore edilmiş, avlusuna bir de okul eklenmiş. 1863 yangınında gördüğü hasardan sonra Ermeni Topluluğu’nun katkılarıyla yenilenmiş.
Kadıköy’ün 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızla gelişmeye başlamasını özellikle iki etmene bağlayabiliriz: 1857’de başlayan Şehiriçi Vapur İşletmeciliği’ne ait düzenli vapur seferleri ve Haydarpaşa-İzmit demiryolu. Böylelikle semtin Üsküdar, Adalar ve diğer Boğaziçi yerleşim yerleri ile ilişkileri artmış, iki yönlü bir nüfus akımı olmuş. Bu gelişme Kadıköy’e ekonomik alanda da bir ivme kazandırmış ve hızla gelişmeye başlamış. Vapur seferlerine istek artınca Osmanlı, Fransa tersanelerinde vapur inşa ettirmeye başlamış. Bunlardan bazıları son zamanlara kadar hizmet veriyordu. Kadıköy adlı vapur bunların ilkiydi. 1912’de yaptırılan vapuru daha sonra Moda, Burgaz, Heybeliada ve Kalamış adlı kardeşleri izledi. Bu vapurların yanaştığı iskele günümüzde Rıhtım Caddesi üzerinde bulunuyor ve Eski İskele olarak anılıyor. İskele zaman içinde defalarca onarım görmüş ve özgün özelliklerini yitirmiş. İki katlı olan yapının ön cephesi Rıhtım Caddesi’ne, arka cephesi ise denize bakıyor. Özgün yapıdan günümüze kalan en güzel parçalar ise kuşkusuz 20. yüzyıl çini sanatının en güzel örneklerinden olan ikinci kattaki Kütahya çinileri.
Bir başka tarihi iskele de Moda Caddesi’nden denize doğru uzanan iskele yolu üzerinde yer alan Moda İskelesi‘dir . 1916-17 yıllarında Mimar Vedat Tek tarafından tasarlanan yapı I. Ulusal Mimarlık Akımı özelliklerini sergiliyor.
Semtin bu hızlı gelişimini ilk baltalayan olay 1873 (1866?) yangını olmuştur. Yaklaşık 250 özgün yapının kül olmasına yol açan bu yangından sonra Kadıköy, modern kentlerin ızgara planına uygun olarak yeniden yapılanmış. V. Murad Av Köşkü ile Mühürdar sahilindeki Serasker Rıza Paşa ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya ait olduğu söylenen iki küçük köşk bu döneme tarihlenir.
19. yüzyılın sonlarına doğru Moda ve çevresine gayrimüslim ve Levanten nüfus yerleşirken, II. Abdülhamid döneminin ileri gelen devlet adamları da Bostancı ve çevresine köşkler yaptırmaya başlarlar. Bu dönemde bir başka gelişme de Yeldeğirmeni bölgesinde görülür. Düzgün sokakları ile ortaya çıkan bu mahallede 1792’de III. Selim’in Çuhadarı Ahmed Ağa tarafından bir çeşme, 1836’da II. Mahmud tarafından bir cami yaptırılmış. Bu cami daha sonra 1905 yılında Bahriye Nazırı Rasim Paşa tarafından onarılmış.
Kadıköy’ün ilk postanesi 1845’te yine bu mahallede açılmış. 1898’de Rumlar bir Ortodoks kilisesi inşa etmişler. 1890’lı yıllarda buraya gelen Museviler ilk havralarını yine burada kurmuşlar.
20. yüzyılın başına gelindiğinde Kadıköy, demiryolu boyunca oluşan ufak yerleşim yerleri ile büyümesini sürdürür. Bu yerleşim yerleri çoğunlukla yeni inşa edilen yapılar ile adlandırılır. 1888’de Erenköy İstasyonu açılır, 1887’de Bâb-ı Âli muhafızı Cemal Paşa’nın yaptırdığı çift havuzlu köşkten sonra bölge Çiftehavuzlar olarak adlandırılır. Bağdat Caddesi üzerinde ufak bir bakkal dükkanının açılmasının ticari açıdan isabetsiz olduğu anlaşılınca bölgeye Şaşkınbakkal adı verilir. 1907’de II. Abdülhamid’in Maliye Nazırı Reşad Paşa, kızı Suat Hanım için Suadiye Camii’ni yaptırınca mahallenin adı Suadiye olur.
Kadıköy yazlık bir semt olma özelliğini Cumhuriyet sonrasında da sürdürür. Moda, Fenerbahçe, Caddebostan ve Suadiye plajları bu dönemde ortaya çıkar. 1970’lere kadar da İstanbullular’ın en gözde plajları olan bu yerler daha sonra çevre ve deniz kirliliğine yenik düşerler.
Cumhuriyet sonrasında, özellikle 1950’lerden sonra semte önemli bir kimlik kazandıran Levanten ve gayrimüslüm nüfus bölgeyi terk etmeye başlar. Ardından “arsa karşılığı kat sahibi olma” formülüyle betonlaşma başlar. Güzelim bağlar, bahçeler, ahşap binalar, Art-Nouveau, Art-Deco yapılar yok olur. 17. yüzyılda dönemin bağlarına, bahçelerine bir örnek oluşturan Fenerbahçe Parkı bugüne kadar hiç değilse bir park olarak yaşayabilmesini, Turing ve Otomobil Kurumu ve değerli başkanı rahmetli Çelik Gülersoy’a borçlu.
Çamlıca, Bağlarbaşı, Altunizade, Moda, Kalamış, Fenerbahçe, Caddebostan, Suadiye’deki az sayıdaki köşk ve konak yine de tarihsel izler sunar. Bu arada Türk mutfağı temsilcileri Üsküdar Kanaat Lokantası, Kadıköy Yanyalı Fehmi Lokantası ile Moda Koço Meyhanesi, Çamlıca Kahvehanesi, yeni işlevleriyle Kadıköy Çarşısı, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi, Süreyya Sineması, Moda Deniz Kulübü, Yeni Moda Eczanesi bize tarihten ve günümüzden esintiler sunuyor.